ESERLER

ÇIKTI!



Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Hece, Ankara, 2015.



Bilinçli Yazarın Roman Üzerine Görüşlerine Dair Alçakgönüllü Bir Deneme

Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Serander, Trabzon, 2015.



Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Hece Yayınları, Ankara, 400sf., 2013.


Mustafa Zeki ÇIRAKLI,
VDM Publishing, Saarbrücken, 2010, 188 pages. [ENN Publication List 2010 Germany/Turkey]

(7) OKUMA ALEGORiLERi (Rousseau, Nietzsche, Rilke ve Proust'ta Figürel Dil) Paul de MAN, Çev. Mustafa Zeki ÇIRAKLI, PARADIGMA YAYINLARI, 2009, 356 syf.


Bütün dünyada onbinlerce edebiyat sever tarafından ziyaret edilmiş olan bu platformda şu ana kadar eklenmiş olan "makaleler"e en son çalışmalarımız da eklenerek blog'umuz zenginleştirilecektir. Blog'umuz'un en son güncellenmiş hali ve İngilizce versiyonu çok yakında erişime açılacaktır. İlginize teşekkür ederiz.

“İngiliz” Metafizik Şiiri Hakkında Notlar

Mustafa Zeki Çıraklı

Sana bir ders vereyim, hele şöyle bir dur

Bak aşkın felsefesi işte şudur:

Baksana güneş parlıyor tam tepemizde

İkimizin gölgesi bu yüzden kısaldıkça kısaldı,

O eski uzun gölgelerimiz şimdi nerede

Bak peçe yırtılınca hakikat ortaya çıktı.

Aşk tam zirveye ulaşmadıkça kaybolmaz gölgeler,

O gün ortasında iş başındadır, bilmese de kimseler!

Ne ki öğle güneşi gözümüzü kör eder

Zaten sönmeye başlar artık aşkın ateşi

Beliren gölgelerse sabahkiler değildir

Ah! Öğle vakti geçti mi artık

Bizim için tek gerçek, karanlık bir gecedir.

John DONNE,, “Gölgeler Üzerine Bir Ders” (A Lecture Upon the Shadow).

1631 kışıydı.

O yılların siyasî çalkantılarıyla kafası oldukça meşgul kral I. Charles için St. Paul Kilisesi’nin uhrevî loşluğunda yankılanan vaaz, kürsüde konuşan kişi dönemin en büyük vaizi John Donne olmasa pek bir şey ifade etmezdi.

Ne ülkedeki gelişmeleri, ne de meclisteki üyelerin kafalarının içini okumaktan aciz bu çiçeği burnunda kral için Donne’ın vaazları dinsel bir muhasebe ve arınmadan başka bir şey içeriyordu.

İnsan başına gelecekleri önceden bilmese de sezer, derler... bunun ne kadar doğru olduğu, kralın Donne’ın bir vaazında duyup da yıllardır zihninden söküp atamadığı şu soruda saklıydı:

“Çanlar kimin için çalıyor?”

Donne tıpkı Ralph Waldo Emerson gibi, gerçekten büyük bir söz ustası, kürsüye çıktığındaysa teatral bir dehaydı.

Bundan iki yıl evvel, 1629’da, yani St.Paul Katedrali Başrahibi olduktan tam sekiz yıl sonra kralın huzurunda ölüm üzerine verdiği vaazını şu sözlerle bitirmişti:

“İnsan başıboş bırakılmış bir ada değildir. İnsan kainatın (ve ona hakim külli bir iradenin) parçasıdır elbette. Bir insanın ölümü diğerlerinden de bir şeyler götürür. O halde çanlar kimin için çalıyor diye sorma, bu çalan çanlar, senin ölümünü haber veriyor, senin!”

Kral ne zaman buraya gelse ve ne zaman Donne’ı dinlese içinde yankılanan sözcük bu oluyordu: “SENİN, SENİN, SENİN...”

Aynı kral, içinde yankılanan bu sesi, korku ve tedirginlik içinde geçirdiği krallık yılları boyunca, 1949’da başı kesilerek idam edilene kadar, gittikçe artan bir tonda duyacaktı.

Bu tarz çarpıcı sözler, sıradışı metaforlar, sarsıcı benzetmeler, akla mıh gibi çakılan karmaşık paradokslar Donne’daki zengin hayal dünyasının çok sık rastlanan ürünleriydi.

1631’in bu soğuk kışında işte yine kürsüden garip benzetmeler yaparak “ölümün düellosundan” bahsediyor, bizzat kendi ölümüne göndermelerde bulunuyordu.

Yine o günlerde kefenine sarılarak bir tabuta girdiği ve o haliyle resmini yaptırdığı konuşuluyordu.

Çok geçmeden çanlar Donne için gerçekten çalacaktı; ve çaldı.

İngiliz Kraliyet ailesinin gözde “din adamı” John Donne için, bu vaaz son vaazı oldu.

***

Fakat çoğu kişi onu din adamı kimliğinden ziyade İngiliz Metafizik Şiiri’nin öncü şairi olarak hatırladı.

Gerek yaşarken, gerekse ölümünü müteakip yüzyıllar boyunca ne yazık ki bir çok muhalif ve yenilikçi gibi o da yeterince anlaşılamadı ve hakettiği ilgiyi bulamadı.

Oysa sadece İngiliz edebiyat severlerin değil, Türk şiir meraklılarının da tanıdıklarında yararlanacakları ve ders alacakları önemli bir şairdi John Donne.

Nispeten daha fazla önemsenmesi, Grierson’ın 1912 yılında İngiliz Metafizik Şiirlerini yeniden derleyip basmasıyla ve özellikle T.S. Eliot’ın bunlar hakkında yazdığı çok müspet eleştirilerle ancak mümkün olabildi.

***

Öncelikle şunu belirterek başlamakta fayda var: “Şiir ve Metafizik” konulu bir tartışmanın içinde İngiliz Metafizik Şiiri’nin merkezî bir yerinin olup olmadığı tartışmaya açık bir husustur.

Çünkü Metafizik Şiir adlandırması/yakıştırması bu mahut akımın metafizik karşısında takındığı tavırdan değil, İngiliz şiirine getirdiği üslup ve biçim yeniliklerinden kaynaklanır.

O halde yanlış anlamaları önlemek için, Türk edebiyatı mahfillerinde bu şiirden bahsedilirken başına “İngiliz” sıfatının eklenmesi gerekliliğinin altı özellikle çizilmelidir.

Bu şiir yer yer hiç de metafizik görünmemekte, metafizik ürpertilerin esrik tonuyla konuşmamakta, salt duygulara hitap etmemekte ve oldukça somut ve gerçekçi bir fizik dünya donanımıyla karşımıza çıkmaktadır çünkü.

***

Her ne kadar yukarda akım diye bahsettiysek de, 17. asır İngiliz Metafizik Şiiri aslında hiç bir zaman, fiilî olarak kendini tanımlamış, bir manifesto ortaya atarak insanları peşinden sürüklemiş bir cereyan olmamıştır.

Bu adlandırma, John Donne ve onun tarzında şiir yazan Marvell, Cowley, Herbert, Vaughan ve Crashow gibi şairleri betimlemek için, dönemin eleştirmenleri, mesela Ben Johnson ve John Dryden tarafından 1693’te Donne öldükten 60 küsur sene sonra yapılmıştır.

Metafizik denmesinin sebebiyse, şiirde özellikle metafizik konulara eğilmeleri değil, ele aldıkları konuları sıradışı ve klişe olmayan imge, benzetme, metafor ve paradokslarla, üstelik derin bir bilgi birikimiyle tartışmış olmalarıdır.

Bu yüzden, kolay çözülüp anlaşılamaz manasına, bu şiirlere “metafizik” denmiştir.

Örneğin, “Günaydın” (The Good-Morrow) adlı şiirde bazı kısımları anlamak için biraz mitoloji ve simya bilgisi gerekir. Şiirin bir yerinde Ashab-ı Kehf’e gönderme yapılırken, “biz bir birimize aşık oluncaya dek, Ashab-ı Kehf gibi bir mağarada uykuda mıydık acaba” diye sorulur.

Şiirdeki asıl ilginç benzetmede ise, “aşk” iki farklı varlığın en doğru oranda birleşmeleriyle ortaya çıkan ideal tevhit olarak tanımlanır.

Bu benzetme kurulurken antik simyaya başvurulmuştur. Buna göre elementler ve varlıklar ancak ideal proporsiyonda karıştırıldıkları takdirde ölümsüzlüğü elde edebilirler; hani biz “ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez” deriz ya.

Şiirin anlaşılması için işte bu bilgilere ihtiyaç vardır.

***

Donne’la birlikte ilk defa düşüncenin çok yoğun olduğu ve duyguyla birleştirildiği, akla ve bilgiye hitap eden şiirler yazıldı.

Üstelik bilgi kapsamında artık Yunan mitolojisinin sınırlarının dışına çıkılarak mesela kimya, tıp, coğrafya, matematik, geometri, kozmoloji vs. gibi alanlar şiire girdi.

Örneğin, “Hasta Yatağımdan Tanrı’ya, Tanrıma Yakarış” (Hymn to God, my God, in my Sickness) adlı şiirde doktorlar kaptanlara, kendisiyse bir haritaya benzetilir.

Bu şiirde bazı tıbbî, coğrafî bilgiler bir araya getirilir, örneğin okyanus akıntılarıyla kan akışı kıyaslanır. Pasifik okyanusundan, doğunun zenginliklerinden, Kudüs’ten veya Magellan’ın seferlerinden bahsedilir.

Ayrıca dinsel mitolojiye göndermeler yapılır, iki Ademden söz açılır, ki bunların birincisinden Hz. Adem, ikincisindense Hz. İsa’nın kastedildiğini okurun anlaması beklenmektedir.

Adem’de “günah ve fanilik,” İsa’da “saflık ve diriliş” sembolize edilir ve insanoğlu der Donne, bu ikisinin karışımıdır. Bu ancak Shakespeare oyunlarında rastlanacak türden, insanı psikolojik yönüyle ve bir kompleks olarak ele alan nadir bir tespittir.

***

Elizabeth dönemi ve 17. yy. İngiliz şiirinde duygunun düşünceden daha önemli görülmekte ve bu duyguların da artık kullanılmaktan pörsümüş kalıplarla dile getirilmekte olduğu hatırlanırsa mesele biraz daha anlaşılır.

Örneğin Robert Herrick bir şiirinde şöyle der:

“Ben derelerden, tomurcuklardan, kuşlardan, kameriyelerden/ Bahar ve yaz aylarından, çiçeklerden söz ederim!/ Şenlikleri anlatırım ben, kasa dolusu şarapları, şölenleri/ Damatları, gelinleri, ve anlatırım türlü yemişleri” (Herrick).

Abrams’ın dediği gibi bu dönem Patrarch’tan tevarüs edilmiş “kanayan kalpler, gül gibi yanaklar, kiraz dudaklar, yayını germiş bekleyen aşk Tanrıları”nın vs. dönemiydi.

Örneğin “Kırık Kalp” (The Broken Heart) adlı şiirinde oldukça bildik bir konuyu, aşkın insana neler çektirdiğini anlatır Donne.

Ancak bunu yaparken tam da İngiliz Metafizik Şiiri’nin niteliklerini yansıtan sıradışı benzetmelere ve akıl yürütmelere başvurur.

Bir bakarız, aşk “dinamit dolu cam bir şişeye” benzetilmiş, bir bakarız “açgözlü obur bir balığa.” Dönemin o çok romantik klişe benzetmelerinin aksine aşk, bu şiirde insan kalbini deyim yerindeyse tuz-buz eden ve bir çırpıda onu mahveden salgın bir hastalığa (plague) benzetilir.

***

Donne ve takipçileri mevcut klişeleri içerik olarak kırdıkları gibi, söyleyiş olarak da reddettiler.

Kullandıkları dil oldukça yalın, çoğunlukla da sevgili, arkadaş, Tanrı ve ölümle veya kendi kendine yapılmış bir tür sohbet havasındaydı.

Örneğin, Donne’ın en sevilen şiirlerinden “Azizleştirme” (Canonization) adlı şiirde, yalın söyleyişle karmaşık ve derin düşünceyi buluşturan bu üslup açıkça görülür.

Burada saraylı bir bürokrat, bir asilzede olarak karşımıza çıkan şair, şiire, gayet gündelik bir konuşma tarzıyla, şu hitapla başlar:

“Dilini tut, ve seni sevmeme müsade et.”

Bulunduğu makama dair oldukça alaycı bir tavır içindedir: “Üç-beş çelimsiz tüyü kalmış, kel ve sivilceli kafasının içinde” sayısız dünya gailesi dolaşmakta olduğunu söyler. Sevgilisinden tüm bu “ciddi” meşguliyetlerin getireceği şan, şöhret ve paraya göz dikmemesini ister.

Sevgilisine duyduğu aşkın zamanın basmakalıp aşklarından olmadığını da özellikle hatırlatır: “Ahından gemiler okyanusun dibini boylamamıştır” mesela; ya da “gözyaşları sel olup toprağı aşındırmamıştır.”

Hayır onun aşkı kendi içinde yaşadığı, gayet sıradan, gayet insanî ve belki asıl böyle olduğu için kanonize edilmeye yani, azizleştirilmeye layık bir aşktır.

Aslında burada “gözyaşlarım sel oldu aktı, ahımın rüzgarı eritti seni” diye inleyip duran Petrarkçı gelenekle açıkça dalga geçilmektedir.

***

Düşüncedeki karmaşıklık ve söyleyişteki bu yalınlık, musikinin, diğer şairlere kıyasla daha az önemsenmesi, hatta bazen tümden yadsınmasını beraberinde getirmiştir.

İngiliz Metafizik şiirleri de elbette ölçülü yazılmış şiirlerdir fakat ayaklarla (iamb) oynanmış, kafiyelerin geleneksel yerleri değiştirilmiş, yeni tarzlar denenmiştir.

Tahmin edileceği üzre, amaç insanların zihinlerini musiki etkisiyle uyuşturmamak, aksine düşünceyle dengelenmiş kontrollü bir duygusal atmosfer yaratmaktır.

Bu şiir bir “ses” ve “duygu” şiirinden çok, bir “imge” ve “akıl yürütme” şiiridir.

Böylece yapmacık bir dilden kaçınılmış, doğal konuşma üslubu çarpıcı benzetmelerle şiire girmiştir.

Örneğin, “Güneş Doğuyor” (The Sun Rising) adlı şiirde huysuz bir ihtiyardır şair. Doğan güneşe övgüler düzmek yerine “seni işgüzar ahmak kocakarı” diye onu azarlar ve alışılmışın tersine, sevgilisinin koynunda ne güzel uyuyorken onu niye uyandırdığını sorar. “Seni yüzsüz kaldırım yosması seni” diye çıkışır, “sen git mektep çocuklarını, rençberleri uyandır” der.

Türkçe çevirisi bir yana, bu şiirin orijinalinde de o alışılmış musiki yoktur (Tabii bu bazılarınca şiir için bir eksiklik olarak da değerlendirilebilir).

***

Donne, döneminin şiir biçimine olduğu kadar, geleneksel anlayışlarına da farklı yaklaşmıştır. Bu durumu yansıtan ve onun oldukça eğlenceli ve ironik üslubunun göze çarptığı şiirlerinden biridir “Pire”(the Flea).

Bu, platonik aşk ve iffet kavramlarını haddinden fazla önemseyip abartan, tabir caizse pireyi deve yapan (!) o devrin tutucu anlayışlarına karşı söylenmiş bir şiirdir.

Donne’ın bu şiirinde geleneksel aşk şiirleriyle alay ettiği, o zamana dek kutsanmış bir tema olan aşkı anlatırken, gayet alakasız bir imge (pire) kullandığı ve bu yolla iffet ve onur kavramlarını tartışmaya açtığı görülür.

Burada İngiliz Metafizik Şiiri’nde aşina olduğumuz sıradışı akıl yürütmelerden biriyle karşılaşırız:

Güya, “ işte şurada duran, mini minnacık pire” önce şairin kanını emmiş, şimdi de sevgilisininkini emmektedir. O halde iki sevgilinin kanı pirenin karnında bir birine karışmıştır.

Peki şimdi sevgilisi bekaretinden olmuş mudur? Veyahut büyük bir günah mı işlemiştir? Elbette ki hayır. Fakat, şairin kafasını taktığı şey şudur: O küçücük pire onların yapamadığını yapmıştır.

Şair daha da ileri giderek bu pirenin onların “gerdek yatağı” olduğunu ileri sürer ve sevgilisinden o pireyi öldürmemesini ister. Gel gör ki, sevgilinin incecik tırnağı pirenin canını alıverir.

***

Donne’ın metafizik konuları, mesela ölümü ele alış biçimi de çağdaşlarından oldukça farklıdır.

“Tefekkür” (Divine Meditation) başlığı altında yazdığı şiirsel metinlerden onuncusunda, bir çoğu için metafizik konuların başında gelen ölümün, şair için aslında bir yalandan ibaret olduğu söylenir.

Yeri geldiğinde paylayıcı üslubundan ölüm de nasibini alır: “Ne böbürlenip duruyorsun?” diye sorar ölüme. “Kendini güçlü ve korkunç mu sanıyorsun” diyerek onu küçümser (Gerçi başka bir şiirinde lafını geri alır ama savunduğu fikir bir yana onun söyleyişindeki dobra ve içten üslup her iki halde de bizi etkiler).

Tabii burada ölüm hakikatini inkardan öte, tasavvuf şiirinde sık rastlanan daha derin bir felsefe yatmaktadır: “Uyku ve dinlenme ölümün küçük taklitleridir, üstelik bize zevk verirler.”

Şair buradan bir akıl yürütme yaparak, ölümün de bir nevi uyku ve dinlenme gibi algılanabileceğini söyler. “İyi ya” der, “dünya sıkıntılarından bıkmış krallar ve kederli insanlar için ölüm kemiklerini ve ruhlarını dinlendirebilecekleri güzel ve kısa bir uykudur.”

Burada ölümün “kısa” bir uyku olarak tanımlanması dikkat çekicidir ama şaşırtıcı değildir. Çünkü Donne, ölümün gerçekte kendisinin bir tür hayal olduğunu ve ebedî hayata açılan bir kapı olduğunu söylemekte, ölümden korkanları (belki kendini) öyle olduğuna ikna etmek istemektedir: “Ölümün kendisi gerçekte bir fanidir” diye konuşur.

Bu düşünceler bize yabancı gelmemektedir elbette. Mevlana “ağlaman, yazıklanman boşuna, bu dünyada gözünü kapadın mı ötekinde aç” derken, Shakespeare “insanın ölümü aslında ölümün sonu olur, çünkü bir daha ölüm olmayacaktır” demez mi?

***

Ondört no’lu “Tefekkür”deyse, Tanrı’ya karşı duyulan aşk ve teslimiyetin o dönem için oldukça yadırgatıcı benzetme ve alegorilerle ifade edildiğine şahit oluruz.

Gözümüzde oldukça “şedit” ve “fethedici” bir Tanrı imgesi çizen Donne, bu kez okurları yine şaşırtır çünkü beklendiğinin aksine Tanrı’dan rahmet ve bağışlanma dilenmez:

“Beni ordularınla ez geç, taş üstünde taş koyma, beni yak” diye haykırır, yüreğinin Tanrı’nın düşmanları tarafından “işgal” altında olduğunu, ve Tanrı’nın veziri olan aklın (reason) esir alındığını söyler. Buradan akıl denen şeyin ne kadar “zayıf ve yalancı” olduğu ortaya çıkar ona göre.

Şairimiz kendini “düşmanlarla beşik kertmesi yapılmış körpecik bir bakire” gibi hissetmekte ve Tanrı’ya olan gerçek aşkına karşılık beklemektedir asıl. Tanrı’ya der ki, “bu düğümü çöz, düşmanlarla nişanımı boz” ve beni kendine alıp hapset.

Dahası, ahlakçıları çileden çıkaracak kadar münferit ve müfrit bir cesaretle, Tanrı tarafından “ırzına geçilmedikçe” asla gerçek anlamda iffetli sayılamayacağını belirtir. Bizim tasavvuftan aşina olduğumuz “gerçek hürriyetin Tanrı’ya kullukta bulunması” fikri, ilk duyuşta insanı bayağı irite eden bir metaforla aktarılmaktadır.

Şiirdeki “ırzına geçme,” objektif korelatif dediğimiz oldukça somut ve canlı bir imaj getirir gözümüzün önüne. Bununla birlikte, çağrışım yönünden zengin, üstelik zıtları (seküler-dinsel) buluşturucu bir işlev taşımaktadır bu cinsellik alegorisi.

***

Sonuç olarak, Donne’ın öyle mızıldanıp durmayan, T.S. Eliot’ın dediği gibi, düşünceyi adeta elle dokunulabilecek somutluğa kavuşturan, insanı akıl ve duygusu, ruh ve bedeniyle bir bütün olarak alan şiirlerinin Türkçeye kazandırılmasında ve genç şiirseverlerin istifadesine sunulmasında çok yararlar var.

Şiirin bir duygu işi olduğunda ve özellikle metafizik deneyim ve arayışlar için vazgeçilmez ifade olanakları yarattığında kuşku yok. Ancak düşüncesiz duygunun kör, duygusuz düşüncenin topal olduğu darbı meselinin ışığında, şiir meraklılarının İngiliz Metafizik Şiiri’nin devrimci katkılarına dikkatlerini çekmek isteriz; metafizik, salt duygu veyahut salt düşünceyle yaklaşılacak bir saha değil çünkü.

Eğer şiirin metafizik arayışa bir katkısı olacaksa, kendini derin ve rafine fikirlerle takviyeye, çarpıcı ve taptaze imgelerle yenilemeye ve zamanın fizik bilgisiyle teçhize elbette ihtiyacı vardır.

Dolayısıyla, İngiliz Metafizik Şiiri’nin o dönemlerde yapmaya çalıştığı şeyi, genç şairlerin zaman zaman kendi şiirlerine uyarlamaları, konvansiyon ve klişelerle mücadele ederken bu şiirden de örnek almaları pek yerinde olacaktır.

2 comments:

  1. çok güzel bir yorumlama olmuş. ingiliz dili ve edebiyatı bölümünde okuyorum. john donne yi derste bukadar net ve güzel dinlememiştim. tebrik ediyorum

    ReplyDelete
  2. gercekten mukemmel.

    ReplyDelete