Mustafa Zeki Çıraklı
Mektupla bazen bir “metafor,” bazen çok ciddi bir “bilimsel manifesto,” bazen yalan dolanla dolu bir “hezeyan,” bazen tarihin akışını etkileyecek bir “aktör” veya birine bakışımızı değiştirebilecek güçte bir “jurnal” olarak karşılaşmak mümkündür. Bu yüzden mektup, kendine has çok esnek bir form olarak ortaya çıkmış ve hem gerçek, hem de kurgusal dünyada yerini almıştır. Mektup, günlük yaşamı ve anlatıları kolaylaştıran çok işlevsel bir araçtır çünkü. Bununla birlikte, her hangi bir mektubu edebî ölçütlerle değerlendirip değerlendiremeyeceğimize karar vermek, hiç bir zaman, zannedildiği kadar kolay olmamıştır. Bu da mektubu edebiyat araştırmalarının problemli bir alanı haline getirmiştir.
Alastair Fowler türler üzerine yürüttüğü bir tartışmada bu zorluğa işaret ederek, dilin kullanıldığı her yerde, dolayısıyla hemen her mektupta, edebiyatın bir şeyler bulabileceğini belirtir.[1] Fowler’a göre, tüm metinler artzamanlı (diyakronik) ve eşzamanlı (senkronik) olarak değişime uğramakta, bu arada birbirleriyle de alışverişte bulunmaktayken, mektup, bu değişim ve alışverişlerin en zor tespit edildiği formlardan biridir. Ayrıca, mektup, doğası gereği kurgusal değildir (nonfiction) fakat kurgusal türler içinde çok sık rastlanan bir araçtır. Gerçek olsun, kurgu olsun, tarihsellik ve edebiyatın olduğu her metinde mektuba rastlamak mümkündür. Bu nedenle Fowler, edebiyat açısından mektupların içeriklerinin değil, dil özelliklerinin dikkate alınması gerektiğini çünkü içerik eskise de, edebî söylemin kalıcı ve değerli olduğunu belirtir.
Mektup çok farklı türler tarafından kullanılan oldukça esnek bir formdur. Klasik dönemde, retorik sanatının çok önem verdiği bir türdü fakat edebiyatın dışında görülmüştü çünkü Aristo, üçlü bir tür ayrımına gitmiş ve epik, trajik, komik şeklinde başlıca üç edebî tür tespit etmişti. Gerek klasik dönemde gerekse orta çağda yazılmış iyi mektup yazma metotları üzerine nice el kitabı vardı. Ama mektup öyle cazip bir araçtı ki, din adamlarının vaazlarından (Emerson), bilimsel makalelere (Newton) kadar sızmayı başardı. Bazı mektuplar ise Pascal’ınkiler gibi felsefî idi. Cuddon’ın anlattığına göre vakanüvislerin kayda aldığı mektup şeklinde kaleme alınmış tarihler de vardı: The Paston Letters (1422-1509) gibi. Burada bir ailenin üç kuşak başından geçenler anlatılıyordu. Otobiyoğrafik mektupları da unutmayalım. Örneğin, sonradan derlenip basılmış Keats veya Baudelaire’in mektupları. Mektup tarzında yazılmış ünlü siyasi polemikler de burada anılabilir. Edmund Burke’ün A Letter to the Sheriff of the Bristol’ı (1777) buna örnektir.[2] Tür veya janra ayrımı edebiyatın en çetrefilli konularından olduğuna göre, seçilecek yol, ya mektubu ayrı bir tür olarak kabul edip onun altında “tarihi mektuplar,” “edebi mektuplar,” “bilimsel mekuplar,” “otobiyoğrafik mektuplar” vs. diye alt başlıklar üretmek, ya da onu esnek bir form ve işlevsel bir araç olarak görüp, değişik türler içinde nasıl kullanılmış ona bakmak olacaktır.
Mektup özellikle romanlarda çok rastladığımız bir formdur ve başlıca iki şekilde karşımıza çıkar. Bunlardan birincisi mektubun anlatım tekniği olarak kullanılmasıdır. Arayışların hız kazandığı 18. asırda emekleme safhasını atlatmış olan roman sanatında, tamamen mektuplardan oluşan anlatılar popüler olmuştu. Bu tür romanlarda (epistolary roman), olay örgüsü anlatıcı olmaksızın tamamen karşılıklı mektuplaşmalar yoluyla kurgulanıyordu. Bunların en meşhuru Richardson’ın Pamela (1740) isimli romanıdır. Oldukça uzun olan bu romanda olaylar sadece mektuplarla anlatılıyordu. Bu mektuplar da karakterler tarafından yazılıyordu. Hem romanın anlatısı mektup tarzındaydı, hem de mektup yazma olayı bu romanlarda başat motiflerden biri haline gelmişti. Öyle ki, kahramanların önemli bir vakti odalarına kapanıp bu mektupları yazmakla geçiyordu. Böylece mektup, anlatısal bir araç olmaktan çıkıp bir alt-roman türü oluşmasına zemin hazırlamıştı. Gerçi bu roman tarzı 19. yy. batı romanında sönüp gitti (Bu arada Dostoyevski’nin İnsancıklar (1846) adlı ilk romanının da bu tarzda yazılmış olduğunu belirtelim. Ancak o da takip eden romanlarında bu tekniğe veda etti). Çünkü tüm anlatıyı mektuplarla kurgulamanın belli zorlukları vardı. Bu yüzden çağdaş romanlarda tercih edilmeyen bir anlatı biçimi oldu.[3] Fakat yine de böyle romanların çıkmış olması mektubun bir anlatısal araç olarak gücünün göstergesi sayılmalıdır. Epistolary roman artık revaçta olmasa da, roman sanatının, mektubu anlatısal bir araç olarak kullanmaya son vermesi nerdeyse imkansız görünmektedir.
İkinci olarak, mektup, romanlarda anlatısal bir araç olarak karşımıza çıkar. Örneğin bir çok romanda karakterler arasındaki iletişim/iletişimsizlik, enformasyon/dezenformasyon veya olay örgüsünün çözülmesi mektuplarla sağlanır. Özellikle 18 ve 19. yy. romanlarda hemen her anlatıda mektuplara rastlanır çünkü gerçek yaşamın da vazgeçilmezidir mektup. Bu mektupların bazıları olay akışını etkileme bakımından önemsiz fakat anlatı için gerekliyken, bazıları olayların yönünü değiştirecek güce sahip mektuplardır. Mesela Thomas Hardy’nin çok bilinen romanı Tess’e (Tess of the D’urbervilles: 1891) şöyle bir baktığımızda, hemen bir kaç mektup bulabiliriz. Bu mektuplardan bazıları Tess ile aile fertleri arasındadır, ki bunlar birinci kategorideki sıradan haberleşmelerdir. Ancak Tess ile Angel’ın birbirlerine yazdıkları mektuplar olay akışına tesir eden mektuplardır. Örneğin Tess’in Angel ile evlenmeden hemen önce yazdığı bir itiraf mektubunu rüzgar uçurmasa ve mektup kahramanımıza ulaşsa olaylar çok daha farklı gelişecektir. Stendhal’ın Kırmızı ve Siyah’ındaysa (Le Rouge et le Noir: 1831) tam tersi olur. Mme. De Renal’in, Julien’in Verréres’deki hayatına dair yazdığı mektup, Julien’in sonunu hazırlar, oysa Marki’ye ulaşmamış olsa roman trajediden uzaklaşacak, olaylar çok daha farklı gelişecektir. Eserlerde bu şekilde kullanılan mektuplar, özellikle olay örgüsünde önemli rol oynar ve bazen bir deux ex machina görevi yaparak düğümlenen olay örgüsünü çözmede veya olayların gelişme yönünü tersine çevirip acı/mutlu sonu hazırlamada belirleyici olurlar. Öte yandan, bu tür mektupların bazıları, tek başlarına da edebi bir değer taşıyabilirler. Hugo’nun Sefiller’indeki (Les Miserables: 1861) çok sayıda mektuptan, Cosette’e yazılmış, “Tanrı ruhu sevsin diye yaratmıştır” diye başlayan imzasız aşk mektubu, bunun bir örneğidir.
Bir de edebiyatçıların kaleme aldığı kurgusal olmayan gerçek mektuplar vardır. Edebiyatçılar, sıradan yazışmalarında bile gözlem yeteneği ve dil becerileri sayesinde, eleştirmen veya araştırmacıların ilgisini çekecek çok güzel ve önemli mektuplara imza atmışlardır. Bu mektuplar edebiyatı edebiyatçıyla birlikte düşünmek isteyenler için bulunmaz hazinelerdir. Bir şairin, mesela Baudelaire’in annesine yazmış olduğu bir mektup, otobiyoğrafik özellikler sergiler. Sanatçının özyaşamıyla ilgili ayrıntıları ortaya çıkarır ve kafamızda canlanmış bir imajı şöyle ya da böyle değiştirir. İşin ilginci, her ne kadar yüzde-yüz emin olmasak da, bir mektubun (ya da mektup tarzında yazılmış bir metnin) sıhhatinden pek kuşku duymayız. Bir yazarın sevgilisine yazdığı bir mektup ise hem özyaşamsal, hem de çok edebi bir metin olabilir. Böyle durumlarda otobiyoğrafik olanla edebi olan arasındaki zar delinmiş olur. Bir açıdan bakıldığında gerçek kişiler, diğer açıdan bakıldığında soyut karakterler görünür. Bir edebiyatçının yayımcısıyla mektuplaşması ise, bize hayatın çok daha sıradan fakat o kadar da somut bir fotoğrafını sunabilir, ki bu tür mektuplar edebiyat tarihçilerinin peşinde koştuğu malzemelerdir. O devrin edebiyat tartışmalarının arkaplanı hakkında olduğu kadar, edebiyat piyasasının bizzat içinde bulunduğu sosyo-ekonomik, siyasi, kültürel koşullar hakkında bizi bilgi sahibi kılar bu tür mektuplar. Bir edebiyatçının bir politikacıyla mektuplaşması, sanatçı cesareti ve duyarlığıyla yazılmış adeta bir ders niteliğinde metinlerle bizi karşılaştırabileceği gibi, yüz karası bir ilişkinin yozlaşmışlık vesikalarını ortaya çıkartabilir. Veya Mallarme’nin şiir üzerine mektuplarında olduğu gibi, bir mektup aynı zamanda çok güzel bir eleştiri ve kuram yazısı olabilir. Dolayısıyla, edebiyatı tüm yönleriyle daha iyi anlamanın yolunun, edebiyatçıyı ve içinde bulunduğu ortamı daha yakından tanımaktan geçtiğini düşünenler için mektuplar vazgeçilmezdir.
Nobel edebiyat ödüllü ünlü Amerikalı yazar William Faulkner’ın (1897-1962) mektupları, yukarda bahsedilen çeşitliliği çok güzel örneklemektedir. Güneyli bir yazar olan Faulkner, güneyin tarihi ve efsanevi zenginliğinden beslenmiş, bireyin sorunlarına hem onun yalnızlığına, parçalanmışlığına ve iç sesine kulak vererek, hem de onun aile ve toplumla bozulan ilişkilerini inceleyerek eğilmiştir. Ne mutlu ki, bu büyük romancının, mektupları Joseph Blotner tarafından oldukça uzun ve titiz bir çalışmayla çok sayıda kaynaktan derlenerek bir seçkide toplanmıştır.[4] Bu mektuplarda romancı kişiliğinin yanında, bir insan olarak Faulkner’ın değişik yönlerini keşfetmek, eserlerine kaynaklık eden estetik, felsefi, sosyal ve siyasi yaklaşımları hakkında fikir edinmek mümkündür. Bunun yanında, mektuplarını okuyanlar onun ayrıca açık sözlü ve muzip bir insan olduğunu da göreceklerdir. Oldukça hacimli bu eseri burada aktarmak elbette mümkün değildir. Ancak bir kaç örneği burada vermenin yararlı olacağını düşünüyoruz. [5]
I
Faulkner, en ünlü romanı Ses ve Öfke’de (The Sound and the Fury: 1929) güneyin çöküşünü bir ailenin modern hayata intibak edemeyişi üzerinden ele almış, yarattığı umutsuzluk atmosferini okunması zor ve kendi dönemi için oldukça sıradışı bir teknikle anlatmaya çalışmıştır. Faulkner’ın özgünlüğü, biraz saf ve tam akıllı olmayan idiyot bir karakterin bakış açısını da anlatıya dahil etmesi ve yarattığı farklı perspektifler yardımıyla bireyin parçalanan dünyasını ona uygun bir teknikle anlatmaya çalışmasında yatar. Aşağıda bu romanın basım aşamasıyla ilgili bir mektup yer almakta ve bir eserin oluşum süreçleriyle ilgili küçük de olsa bir fikir sunulmaktadır.
Robert N. Linscott’a
4 Şubat 1946
Sayın Bay Linscott,
SES VE ÖFKE’nin yeni baskısına eklemek istediğim bir bölüm var (...) Lütfen bu bölümü yeni baskıya ilave edin. Okuduğunuzda, zaten kitabın bütünlüğü içinde nasıl bir anahtar vazifesi gördüğünü siz de anlayacak ve önceki dört bölümün bununla nasıl açıklığa kavuşup yerli yerine oturduğunu göreceksiniz. Bu yeni bölümün temiz bir kopyası Malcolm Cowley’de mevcut. Bugün ona sizin için de bir kopya çıkarıp göndermesi için yazacağım. Kitabı basarken, bölümleri dediğim gibi sıralayın, yani appendix’i en başa koyun ve başına da APPENDIX diye yazın. Gerçi biraz anakronik görünecek ama, kesinlikle diğer bölümlerin peşinden gelmesin.
Birinci bölüm: APPENDIX
Compson
Sonraki bölümlerin sırası aynen eski haliyle kalacak. Kitap şu an elimde olmadığından başlıkları tam olarak yazamıyorum fakat bölümler şöyle sıralanacak:
Benjy’nin bölümü:
5 NİSAN (tam emin değilim)
Quentin’in bölümü:
2 Haziran 1910
Jason’ın bölümü:
6 NİSAN
Yazar’ın bölümü:
7 NİSAN
Appendix kesinlikle en başta yer alacak ve tıpkı benim yazdığım gibi yazılacak:
APPENDIX
COMPSON
Ben, biri hariç, hiç (ciddi bir) önsöz yazmadım. O da, bundan on sene evvel, Bay Bennett, Ses ve Öfke’nin özel bir basımını yapmayı düşündüğündeydi. Onun da sonu fos çıkmıştı. Bu önsöz ofiste bir yerlerde olmalı çünkü bana geri gönderilmedi (sırası gelmişken, bu önsöz sadece bendeki kopyada mevcuttu ve kitap renkli kalemlerle işaretliydi, çünkü farklı zaman geçişlerini farklı renklerle göstermeye çalışmış, onu da önsözle beraber Bennett’a göndermiştim). Ben önsözleri okumam, önsözlerden de anlamam ya neyse, 25000 $ için çok şey yaparım.[6] Fakat bunun için biraz kafa yormam ve bazı fikirler bulmam gerek. Belki de beceremem. Belki de bu önsöz işini başkasına havale ederim.
Siz bu önsözde neler olmasını isterdiniz? Bana biraz fikir verebilseniz, bu, benim yaşımda biri için, oturup önsöz çalışmaktan daha kolay ve yol gösterici olacak.
Öncelikle Cowley’ye yazıp şu appendix bölümünü size ulaştırmasını söyleyeceğim.
[imzasız]
II
Profesör Warren Beck değişik dergilerde 1941 yılında “Faulkner ve Güney,” “Faulkner’ın Bakış Açısı,” “Faulkner’da Üslûp” gibi makaleler yayımlamış, Faulkner’da kendisine aşağıdaki mektubu yazmıştır. Bu mektup aynı zamanda Faulkner’ın etik ve estetik düşünceleri hakkında fikir fermesi bakımından güzel bir örnektir. Anlaşıldığı kadarıyla Faulkner için bir hakikatin anlatılmaya çalışılması anlatım tekniğinin yetkinliğinden daha önemlidir. Ancak onun eserlerini okuyanlar bunun böyle olmadığını görürler. Faulkner yeri geldiğinde kendisiyle alay edebilecek kadar espritüel, akademisyenleri “ciddiye” alacak kadar ironiktir:
Prof. Warren Beck’e Oxford Kasabası
6 Temmuz 1941 Missisipi
Sayın Beck:
Yazıları gönderdiğiniz için teşekkürler. Katılıyorum. Benim kaçırdığım noktaları yakalamışsınız. Keşke bunları bilerek ifade etseydim. Fakat, bunların kesinlikle kazayla söylenmiş şeyler değil, bilinçaltımın ürünleri olduğuna inanıyorum.
Ben hep onur, hakikat, acıma ve derin düşüncelere dair yazdım. İnsanın her defasında acı, ıstırap ve adaletsizliğe, yılmadan dayanabilme gücü hakkında yazdım. Bu acılara şahit olan ve bunlardan nefret eden bireylerin, her hangi bir karşılık beklemeksizin, sadece erdemlilik adına zorluklara katlanışını anlattım. Bu acılar öyle hayranlık duyulacak şeyler değildi, ama insanlar sadece kendileri olmak, kendileriyle yüzleşebilmek ve vakti geldiğinde huzur içinde ölebilmek için acı çekiyorlardı. “Her yalancı, hilekar ve ikiyüzlü, ölüm döşeğinde korkuyla titreyecek ve İblis onların yakasına yapışacaktır!” Hayır, bunu demek istemiyorum. Bence yalancı, hilekar ve ikiyüzlüler de, kutsal saydıkları bir rayihanın kollarında huzur içinde ebediyete göçüyor her gün. Ben onlardan bahsetmiyorum. Onlar için de yazmıyorum. Ben, sayılarının çok olması şart değil, Faulkner okumaya devam eden, edecek olan ve “Evet. İşte bu doğru. Flem Snopes olmaktansa Ratliff olmayı tercih ederim” diyenlerin varlığına inanıyor, onlar için yazıyorum.
Bu güne kadar metot ve malzeme arasındaki altın oranı bulabilmiş değilim. Bunun benim için varolduğundan da kuşkuluyum. Bunun bir sebebi, resmi tedrisatı reddetmiş ve sekizinci sınıftan terk, yaşlı bir adam olmamdır belki de. Fakat asıl sebep sıcakta yazmam, yani güneyli bir yazar olmamdır. Bir de çok hızlı ve fazlaca yazıyor olmam.
Uzun zaman önce, anlatmaya değer bir şeyin, ifadesini, kendiliğinden bulduğunu, üstelik bunu, benden daha iyi yaptığını farkettim. Tabiî kötü biçimde de olsa, anlatmanın, hiç anlatmamaya yeğ tutulması gerektiğin. Üstelik, daha iyi anlatmak için her zaman bir fırsat daha vardır, ama bir an önce anlatılmayı bekleyen hakikat, ıstırap, acı ve cesaret tektir.
Kullandığım çok sayıda “ben” kelimesi için kusura kalmayın. Görüyorsunuz ya, hala metotla malzemeyi kaynaştırmada sorun yaşıyorum.
Saygılarımla
William Faulkner
III
Faulkner’ın çıktığı gezilerde yazdığı mektuplar ayrı bir gezi kitabı oluşturabilir. Faulkner bu mektuplarda öyle ince ayrıntıları, rakamları, sayıları, yer adlarını, yemek adlarını, vs. aktarmaktadır ki, bir romancı için detayların önemi belki de en iyi bu gezi mektuplarında kendini ortaya koymaktadır. Bunca ayrıntının mektupta ne işi var demez, asla erinmez Faulkner; her ayrıntıyı yazar, genelleme yapmadan, yer yer, dakika dakika, kuruş kuruş, yerel adetlere kadar ne görürse, ne duyduysa, ne harcadıysa, ne yediyse, nerde kaldıysa, hepsini üşenmeden yazar. İşte bunlardan bir örnek:
Bayan M. C. Faulkner’a Tunbridge Wells, Kent
[posta tarihi 9 Ocak 1925] England
İnsanlar çeşit çeşit! Bence Fransızlar para ve aşk için yaşıyor, İngilizler’se yemek için. Günde tam beş öğün yiyorlar ve gökkubbe yıkılsa umurlarında değil. Hizmetçi sizi sabahleyin altlı-üstlü bir demlik sıcak çay ve bir parça kızartılmış ekmekle uyandırıyor. Bunları yatağınızda yiyorsunuz. Fransızlar’da böyle bir şey yok. Onlar bu saatlerde daha yüzlerini bile yıkamadan ve ağızlarına lokma koymadan soluğu bir kafede alıyor ve bir fincan sıcak kahvenin yanında tek bir parça peksimet dilimi yiyorlar. Bir de beyaz şarap. Fakat İngiltere’de, giyindikten sonra hemen kahve salonuna geçiyorsunuz (kahvaltı yapılan yere niye kahve salonu dendiğini de tanrı bilir artık): saat 10. Birkaç yumurta ve füme domuz eti, bitmedi sosis ve marmelat, ayrıca tereyağı ve kızartılmış ekmek, yanında normal ekmek ve büyük bir fincan çay. 12 buçuktaysa biftek veya kuzu etinin yanında lahana ve haşlanmış patates ve bira (yemek salonları 11 buçuğa kadar açılmıyor, 12 buçuk oldu mu, çoluk çocuk herkes buralarda yemeğini yiyor). Saat 4’te hayat duruyor. Demiryolu vagonlarında bile bir aşağı bir yukarı çay ve pide taşınıyor. Makinistin birini elinde koca bir fincanla görmek mümkün. Bu saatte çay, kızartılmış ekmek, reçel, kek, küçük francala ve pideler yeniyor. Saat yediye gelince ise bir değişiklik olarak biftek veya kuzu etinin yanında lahana ve haşlanmış patates ve tabiî bira. Sonra saat 11 veya 12’de eve giderken bir yerlerden ızgara balıklı-peynirli bir sandviç ve yanında da bir bardak viskiyle biraz su veya sert bir kadeh rom alıyorsunuz. Bu arada, İngilizler dedikleri kadar çok viski içmiyor. Tabiî İskoçlar farklı.
...
Billy
IV
Sırtını bir yerlere dayamamış ve sadece yazdıklarıyla geçinen yazarlar için hayat her zaman zor olmuştur. Yayın piyasasındaki mali ve yapısal sorunlar, üretmenin doğurduğu entelektüel yorgunluklara galebe çalmıştır çoğu zaman. Bunlar, bir çok yazarı yazmaktan veya yazdıklarını paylaşmaktan da soğutmuştur. Faulkner’ın aşağıdaki mektubu kendi yaşadığı böyle bir sorunu gün yüzüne çıkarıyor (Bu arada mektupta bahsi geçen şiir kitabının satmadığını ve kitapların büyük bir kısmının da daha sonra adı geçen yayınevinin deposunda çıkan yangında kül olduğunu belirtmekte fayda var. Ahlaksız yayımcı için ilahî adalet, “romancı” Faulkner içinse belki bir işaret):
William Stanley Braithwaite’e Oxford
Şubat 1927 Miss.
Sayın Bay Braithwaite-
İki yıl önce Four Seas Co. yayınevi “The Marble Faun” adlı şiir kitabımı yayımlamıştı. Baskı masraflarını kendim karşılamıştım ve elimde şirketin müdürü Bay Brown’ın imzalamış olduğu bir kontrat var. Buna göre, tarafıma hakkım olan makul bir telif ödenecekti. 1925 sonbaharında bana 8100 $ ödeme yapılacağına dair bir söz almıştım. Fakat ne bu parayı, ne de mektuplarıma cevap alabildim. Elime, yazdığım taahhütlü mektupların ulaştığına dair iletildi makbuzundan başka bir şey geçmedi.
Bana bu kişiler hakkında biraz bilgi verebilir misiniz? Onların iş ahlakı bu mu? Kanuni yollara başvurmadan benim bu parayı alabilmemin bir yolu var mı? Zaten üç-beş parça yazdıklarımın dışında bir gelirim de olmadığı için bunu yapacak maddi imkanım da yok.
Başınızı bunlarla ağrıttığım için kusuruma kalmayın ama böyle konularda akıl danışacak başka kimseyi tanımıyorum. Birilerinin çıkıp bir şairi soyacakları hiç aklıma gelmezdi. Bu bir fahişeyi ya da bir çocuğu dolandırmaktan farksız. Güney’in, iyi-kötü ayırdetmeksizin tüm şairlerine iyi davranan ve tanıdığımız ulusal bir edebiyat siması olmasaydınız sizi gerçekten böyle bir konuyla rahatsız etmek istemezdim.
Saygılarımla
William Faulkner
V
Güneyli bir yazar olarak Amarika’daki ırk ayrımı sorunu, Faulkner’ın hem yakından tanık olduğu hem de kafa yorduğu bir konu olmuştur. Siyahlara destek olmak için düşünsel katkılar sunan yazar, kazandığı Nobel ödülünün bir kısmını özellikle onların eğitiminde kullanılmak üzere vakfetmiştir. Ancak onun meseleyi ele alışı afro-amerikalı çoğunlukla örtüşmez:
Paul Pollard’a Oxford
24 Şubat 1960 Missisipi Charlottesville, Va.
Sayın Pollard:
Ben ve Bayan Faulkner, her zaman olduğu gibi, sizden haber aldığımıza çok sevindik. Umarım eski arkadaşlığımıza burada, Charlottesville’de bir gün kaldığımız yerden devam edebiliriz.
İstediğiniz bağışı size göndermeyeceğim. Sebebini açıklayayım. Geçmişte örgütünüze dolaylı da olsa katkıda bulunmuştum. Çünkü bu organizasyonun insanlarınız için tek umut kaynağı olduğuna inanıyordum. Fakat son zamanlarda bazı hatalar yaptığınızı düşünüyorum. Taraf olup desteklediğiniz eylemler var. Bunları tahrik ediyor, iyi bir şeymiş gibi gösteriyor ve bundan menfaat sağlıyorsunuz. Fakat bu eylemler asıl siyahlara zarar verecek. Çünkü bunlar sizin halkınıza acı çektiren adaletsizliklere nefret ve üzüntüyle yaklaşan beyazları, kendi halklarıyla sizin aranızda bir seçim yapmaya zorluyor. Ve bu gidişle, o sizin iyi beyazlar olarak nitelediğiniz kişiler, ne yazık ki diğer beyazların safına geçmek zorunda kalacaklar.
Booker T. Washington ve Dr. Carver’ın büyüklüğü konusunda sizinle hemfikirim. Halkınıza kanun gücü ve polis takibiyle sağlanan sosyal adalet ve eşitlik, eğer siz bunları kendiniz bizzat haketmezseniz, kalıcı olmayacaktır. Polis işin peşini bıraktığında ortadan kaybolacaktır. Gördüğüm kadarıyla sizin insanlarınız bireyler olarak bu sorumluluğu alacak olgunluğa erişmelidir. Dr. Carver’ın dediği gibi, “Beyazların bize ihtiyaç duymalarını sağlamak zorundayız, onlarla eşit statüde olmamızı bizzat onlar talep edecek hale gelmeli.”
...
Görüyorum ki, eğer halkınız toplumdaki herkes gibi adalet ve eşitlik istiyorsa, çoğunuz şu anki davranışlarından bir an önce vazgeçmelisiniz. Güçsüz olduğunuza göre, siz beyazlardan daha iyi olmalısınız. Daha sorumlu, daha dürüst, daha ahlaklı, daha üretken, daha kültürlü ve daha eğitimli. Kanun önünde eşitlik önemli değil; onlar, yani beyazlar, “lütfen kabul edin, bizimle eşit haklara sahipsiniz” demek zorunda kalmalı. Zenciler, fert fert sorumluluk ve ahlak açısından kendilerini iyi eğitemedikleri müddetçe, beyazlarla aralarında daha çok problemler çıkacaktır.
O yüzden bağışlarımı artık böyle organizayonlara değil, şahıslara yapmaktayım.
Saygılarımla
Dostunuz William Faulkner
Sonuç olarak, mektup, klasik zamanlardan bu yana değişik biçimlerde varolmuş, retoriğin önemli bir dalı olarak rağbet görmüştür. Mektubun, din, tarih, felsefe ve bilim adamlarının kullandıkları önemli ifade araçlarından biri olarak, varlığını hemen her devirde koruduğu görülür. Bununla birlikte, romanlarda başlı başına bir anlatım tekniği ve önemli bir anlatısal araç olarak kullanılması kayda değer bir özelliğidir. Dolayısıyla, mektup, hem gerçek, hem de kurgusal dünyada yerini almış çok esnek bir formdur. Faulkner gibi edebiyatçıların kendi yaşamlarında kaleme aldıkları mektuplarsa ayrı bir öneme sahiptir ve edebiyat tarihçileri için çok değerlidir. Bu tür mektuplar, yorumdan uzak, Charles Newman’ın ifadesiyle “çıplak” biyoğrafilerdir.[7]
Notlar ve Referanslar
[1] Alastair Fowler, Kinds of Literature, An Introduction to the Theory of Genres and Modes, Clarendon Press,
[2] J. A. Cuddon, Literary Terms, Penguin Books, New York, 1984, ss. 358-9 Yine mektuplarıyla ünlü bazı yazarları sayarsak ilk elde Voltaire, George Sand, Byron, Chateaubriand, Proust, Gide, Claudel, D.H. Lawrence, Camus vd. gelir. Bkz. A.g.e. s.359.
[3] William Golding’in tamamen mektuplardan oluşan romanı Rites of Passage (1980), epistolary geleneğinin postmodern bir uyarlaması ve parodisidir. Yine, John Fowles, Fransız Teğmen’in Karısı’nda (The French Lieutenant’s Woman: 1969) 19.yy. romanlarının parodisini yaparken mektupları unutmamıştır.
[4] Joseph Blotner. Ed., Selected Letters of William Faulkner, Random House,
[5] Mektupları Türkçe’ye çevirirken Blotner’ın çalışmasını esas aldık.
[6] [Ç.N.] İnsan yaşamı çelişki gibi görünen şeylerle doludur. 1960’ta yazdığı bir başka mektubunda, kendisine 5000 $ karşılığı 5000 kelimelik bir makale yazmasını isteyen Dorothy Olding’i, “Ben gençken ve o kadar “ateşliyken” dahi sipariş iş kabul eden bir yazar olmadım” diyerek geri çevirmiştir. A.g.e., s. 445.
[7] A.g.e., arka kapak tanıtımı, “Harper’s Magazine.”
No comments:
Post a Comment