Mustafa Zeki Çıraklı
Refik Halit Karay’ın Gözyaşı hikayesi Balkan harbi sırasında geçer.
Öykünün sıradan kahramanı Ayşe’yi, üç yavrusuyla düşmandan kaçarken bulduğumuz manzara, “çamur, yağmur ve karanlık”tır.
Eğer buna bir kelime daha eklenecekse, o da Ayşe’nin yaşadığı “dehşetli” ölüm korkusudur.
Ayşe gücünün son noktasına kadar çocukları için direnmektedir.
Bir annenin bu sonu belirsiz direncinden doğan çatışma, okurda trajik bir gerilim yaratır kuşkusuz.
Çünkü bu çatışmanın sonunda ölüm ihtimali vardır.
Sıradan bir insan, bu öyküde artık trajik bir kahramana dönüşmüştür.
Üstelik yaşadığı çatışma dışsal olduğu kadar içseldir de.
Karay, kahramanını büyük bir seçme zorunluluğu ile baş başa bırakmıştır.
***
Ayşe, mücadeleyi yarıda bırakabilir fakat bu durum hem kendisi, hem de çocuklarının sonu olacaktır.
Kucağındaki bebeği feda etse belki diğerlerini kurtarabilecektir.
Bu yüzden, “kucağındaki bebeğe eğilir ve dinler... Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinler.”
Kahramanın bir anne olduğunu dikkate aldığımızda, Karay’ın yarattığı çelişkinin gücü ortaya çıkar.
O seçimi kendisi yapmak istemez Ayşe, bu yüzden bebeğinin kendiliğinden ölmüş olmasını temenni eder...tabiî bir annenin bu temennisi trajik tansiyonu iyice artırır.
***
Karay, “ılık ılık ağlayan bebeğin,” Ayşe için taşınması ağır bir “yük”e dönüşmesini resmederken, aslında insan olmanın ağır mesuliyetini çok güzel tasvir eder.
Bebeğin, bir seçim yapmak zorunda kalmış annesinin uyuşmuş kollarından, ölüme doğru kayıp gitmesiyle gerilim daha da tırmanır.
Gerçi, kucağına aldığı diğer çocuğu Ali kurtulsa, belki trajedi duygusal bir drama dönüşerek biraz dengelenecek, korku ve acıma yerini biraz olsun rahatlamaya bırakacaktır.
Fakat öyle olmaz.
İki çocuğunu kurtarmış olmanın sevinciyle herkesten önce kasabaya varan Ayşe’nin, Ali’ye seslendiğinde hiç bir ses alamadığı o an, trajedi bütün unsurlarıyla ortaya çıkar:
Ali kalkmaz, kımıldamaz. Ayşe “saatlerden beri bir ceset taşıdığını” anlamaz, anlamak istemez.
***
Karay’ın hikayesinde olduğu gibi, ölümle sonlanan bir öykünün içimizi ürperttiğini, acıttığını, biz de trajik duygusunu canlandırdığını tecrübe ederiz.
Bu yüzden, eğer bir hikayede ölüm varsa, trajiğin izini süreriz.
Bazı modern eleştirmenler, trajedinin ölümünü ilan etmiş olsa da, trajik, insanlık durumunu izah eden önemli bir mod olarak edebiyattaki varlığını sürdürür.
Çünkü “insan”la “trajik” kavramları çoğu zaman yan yana durur.
İnsanın mücadele, ıstırap, yenilgi ve ölümünde bize çok aziz gelen bir şey vardır çünkü.
Temel malzemesi insan ve insanlık durumu olan edebiyat da işte bu yüzden bir yönüyle hep trajiğe bakar.
Çünkü insan, sırtında, bilmediği, bilmek istemediği bir “ceset” taşımaktadır.
Trajik biraz da bununla yüzleşmekten doğar.
***
İnsan kendini, doğuştan, başa çıkamayacağı güçler karşısında mücadele verirken bulur.
Edebiyat da en fazla bu mücadeleden beslenir.
Bu güç bazen doğa, bazen tanrılar, bazen kader, bazen şeytan, bazen de insanın kendi ben’i olarak ortaya çıkar.
Mücadele etme ve savaşma duygusu kimi zaman salt varolabilmek için, bir değer, bir ideal için harekete geçerken, bazen bir şüphe, bazen ahlaki bir zaaf bazen de bir ihtirastan kaynaklanır.
Yıkıma ve ölüme kimi zaman bile-isteye gider insan.
Kimi zamansa, bu yürüyüş, Ayşe’nin hikayesinde olduğu gibi, insanın zorunlu olarak seçtiği bir yoldur.
Aslında ne bir hırsı vardır, ne bir günahı; kendini adeta eylemsiz bir nesne gibi senaryonun içinde bulur.
İnsanın ayakta kalma azmi, kontrol edilemeyen güçlere karşı direnme ve savaşma çabası, günah da olsa başkaldırma meyli doğasında vardır.
Çatışma, bir bakıma, onun hem hamurundadır, hem de kaderidir.
Trajiğin doğasında da çatışma, çelişki ve yenilgi yatar.
***
İnsanı iç ve dış güçlerle çatışmaya sürükleyen şey, sahip olduğu “bilinç”tir. [1]
Bu bilinç olmasa yaşayacak ama adeta uyuşmuş bir halde ne yaşadığını farketmeyecektir.
İnsan içinde bulunduğu durumu bildiği için acıyı biriktirir, bilinci yüzünden acı çeker.
Ayşe bu yüzden ıstırap içindedir.
Bu bilinç yüzünden seçmeye mahkum kılınmıştır çünkü.
***
Sıradan veya seçkin, her insanın ölümünde trajik bir yan bulmak mümkün olmakla birlikte çatışmaları trajediye çeviren asıl şey ölümdür. [2]
Örneğin, Gözyaşı’nda Ayşe’nin yaşadığı (iç veya dış) çatışma sonunda yenilgiye uğraması fakat ölümle yüzleşmemesi, belki dramatik bir etki yaratırdı ama trajik olmazdı.
Tüm direnişine rağmen yenilgiyi tatması ve yaptığı hiç bir seçimin ölüme engel olamaması, aslında onun ne kadar büyük bir güce karşı savaş verdiğini gösterir.
Hayata trajik pencereden bakanlar için Ayşe’nin bu hali insanlık durumunun bir özeti olarak alınabilir.
***
İnsanı insan yapan bir öz (dignity)[3], onu kahraman olmaya da mahkum etmiştir.
Modernlik sonrası, tanrıların yüksek katı, kralların altın tahtı ve kadim zamanların o bütünlüklü kozmosundan, bayağılığın çukuru, kalabalıkların keşmekeşi ve sıradanlığın absürdlüğüne düşmüş insanın, iç ve dış mücadelesi aslında hiç değişmemiştir.
İnsanın bu mücadelesinde trajiği tetikleyen bir yön, onun yenilgi ve ölümündeyse trajiği tam olarak ortaya çıkaran bir son görmek mümkündür.
Modern zamanlarda, sıradan insanın, trajedi yaşayıp yaşayamayacağına dair tartışmalar bir yana, insanda her hangi bir ahlaksal yargılamayı aşan öyle bir yön var ki, onun ölüme gidişinden/sürüklenişinden ürpermemek, korkmamak ve ona acımamak adeta imkansız.
Karay’ın bahsettiğimiz öyküsünde, Ayşe’yi bebeğini ölüme terkettiği için eleştirmek mümkündür, değişik ahlaksal yargılar ortaya koymak da.
Tıpkı Faustus’u acımasızca yargıladığımız gibi.
Ama onun mücadelesi ve sonunda uğradığı büyük yıkımın sarsmayacağı bir ruh tahayyül bile edilemez.
Bu sebeple, edebiyatın yaptığı gibi, ince bir duyarlıkla ölüme yönelen her göz, bu ölüm sıradan bir insanın ölümü dahi olsa, onda trajik bir yön bulabilir.
***
Ölüm, insanın yenilgisine adeta taç giydirir.
Komedi bizi “vaaz”a, trajedi ise “ritüel”e yaklaştırır.
Ölüm ders vermeden konuşur çünkü.
Karakterin ölümüne karşı bizde tarif edemediğimiz bir saygı ve hayranlık uyanması bundandır.
Mansur’un ölümü ya da Miller’ın ünlü oyunundaki satıcının ölümü gibi.[4]
O halde şunu sormak yanlış olmasa gerek:
bir Anadolu öyküsü kahramanı Ayşe’nin yazgı karşısında uğradığı yıkım,
Yunan tragedyasındaki bir kahramanınkinden daha mı küçüktür?
[1] Örneğin hayvanlar trajedi yaşamazlar çünkü “sadece yaşarlar”; bilinçleri (consciousness) olmadığı için mücadele (struggle) ve ıstıraptan (suffering) mahrumdurlar. Fakat biz, “antropomorfizm” dediğimiz kişileştirmeye başvurur ve bir hayvanı tıpkı bir insanmış gibi algılarsak onun yaşadıklarında trajik bir yön bulabiliriz. Gerek trajik olmak için gerekse trajiğin farkına varmak için bilinç şarttır. O halde bir edebiyatçı herhangi bir nesneye dair trajik bir öykü kurguladığında, o eşyanın artık şuurlu bir varlığa/karaktere dönüştürüldüğünü anlarız. Böylece pervane’nin eteşe kanatlanışında trajik bir taraf bulabiliriz.
[2] Bazıları, ölümün yerine çok büyük bir yıkım veya delirme halini vs. koyar (Bir Adam Yaratmak’taki Hüsrev karakterinin delirmesi) ve insanın bu düşüşünde adeta ölümcül bir yan bularak, burada trajiği ararlar. Ancak ölümün yerini ne tutabilir?
[3] Bu konuda Arthur Miller’ın “Trajedy of Common Man” adlı makalesine başvurulabilir.
[4] Death of A Salesman (1949).
No comments:
Post a Comment