Ralf Dahrendorf
“Modern toplumun haklarında zekâ ürünü nice sözler sarf edilen -ve ne yazık ki bir o kadar da aşağılanan- soytarıları entelektüellerdir. Her entelektüel, bir saray soytarısı olarak, görünen her şeyden şüphe etme, kayıtsız ve mutlak olan otoriteyi biraz sarsma ve kimsenin cesaret edemediği soruları sorma görevini üstlenmiştir.”
Çoğu kimse, içinde yaşadığı toplumu, “yukarıdakiler” ve “aşağıdakiler” şeklinde iki eşit olmayan parçadan ibaret görür. Bu, tüm ülkelerde böyledir ve tüm zamanlarda da böyle olduğuna dair bir kanaat hâkimdir. “Yukardakiler” tabiatları gereği diğerlerini diktatörce yönetir, yani tüm önemli kararları onlar verir ve dünyanın nimetlerinden de herkese düşenden daha fazlasını alırlar. “Aşağıdakiler” ise yukardakilerin kendileri için yaptığı kanunlara boyun eğmek zorundadır; kumanda aletinin arkasında değil önünde yer alırlar; cezalar ihdas etmek yerine, yakalandıklarında bu cezaları ödemekle yükümlüdürler. Birilerine hükmetmedikleri gibi, itaat etmek zorunda da olmayan, muhasebeci, polis ve askeri personel türü mesleklerden çok sayıda insan içinse, ortada bir alan mevcuttur. Kısacası, herkesin mevkiini bilip ona göre yerleştiği, yukarı, aşağı ve ikisinin arasından müteşekkil toplumsal bir hiyerarşiden söz edilebilir. Günümüzde, insanların çoğu, ait oldukları sınıfa ebediyen sıkı sıkıya çakılı olmamalarına rağmen, hemen her vakit, bulundukları mevkiin farkındadırlar.
Böyle bir toplum tasavvurunun önemli oranda doğruluk payı var elbette. Çizilen bu ve benzeri tablolar, toplumsal norm ve gelenekler tarafından insanların arasına konmuş olan mesafeleri oldukça basit bir şekilde tanımlamaktadır –ki bu mesafeler hiç de kilometrelerle ifade edilenlerden daha az değildir. Yine de, bu tarz düşüncelerin durumu yansıtmada ciddi bir eksikliği vardır. Bu tabloda hesaba katmadığımız öyle bir unsur göze çarpar ki, toplumun yapısında en az diğer üç sınıf kadar önemli yer tutmaktadır –toplumsal sınıfların “termometre göstergesinde” yer almayan ve bahsi geçen skaladaki mevki ve mesleklerden veya belli ayrıcalık ve gündelik tartışmalardan hiç etkilenmeyen tiplerdir bunlar. Bunların konumu, şimdi “soytarı” olarak adlandıracağım kimselerin kendine özgü konumuyla kıyaslanabilir. (Burada, öncelikle saray soytarıları[1] ve Falstaff karakteri aklıma geliyor; fakat, sirk ve panayır kumpanyalarında bile benzer tiplere rastlanabilir).
İster yukarda veya aşağıda, isterse orta mevkide yer alsın, herkes kendi sosyal rolünü oynar –soytarı ise ancak kendini oynar. Onun rolü hiçbir rolü oynamamaktır: “Birinin ne yaptığı ” veya “nasıl davrandığı”na bakarak, tam da, soytarının ne yapmadığını/yapmayacağını anlayabiliriz. Soytarı yukarıda yer almaz çünkü insanlara ne yapacaklarıyla ilgili diktatörce kanunlar empoze etmez. Aşağı mevkide de değildir çünkü yöneticilerin eleştirel aklı ve vicdanını temsil eder ve bu nedenle “aşağıdakilerin” yaptığı bir şeyi yapsa da cezadan muaf kalabilir. Tabii orta mevkide de kabul edilemez çünkü “yukardakiler”in emirlerini uygulayan bir kapıkulu hiç değildir.
Toplumsal düzen dikkate alındığında, soytarının gücü, onun özgürlüğünde yatar. Yani, içerden olduğu kadar dışardan da bakarak konuşabilmesinde. Soytarı, toplumsal düzenin bir parçası olmakla beraber, kendini bu düzene feda etmemiştir; ve en rahatsız edici hakikatleri korkusuzca haykırabilir.
Günümüzde böyle karakterler sadece oyunlarda rastlanan, ahmak tipler olarak düşünülebilir. Oysa bunların, bir zamanlar milletlerin politikasında ne kadar önemli olduğunu hatırlamalıyız. Bismark, Düşünce ve Hatıralar (Memories and Thoughts) adlı yapıtında, “Şahsî idealizmin zamanla kamusal bir tehlikeye dönüşmesini istemeyen monarşik bir düzen ve ideal bir kralın, kaybolduğunda doğru yolu bulmasına yardım edecek eleştiri “iğne”lerine ve uyarılara ihtiyacı olur” diye yazmıştır.
Her yerin saray hizmetlileri ve dalkavuklarıyla dolu olduğu bir yerde, bu eleştiri vazifesini kim icra edecektir? Kim koltuğunu tehlikeye atmaksızın acıtıcı eleştirileri seslendirmeyi göze alabilir? Bu nedenle soytarı, hataların düzeltilmesinde, mutlakiyet rejimleri için vazgeçilmez bir yere sahiptir. Her zaman muvaffak olamasa da, soytarı, bizzat kendi kişilik özelliği gereği, her durum ve politik kararın zıttına dikkat çekme çabasını ve ümidini sürdürür. Akıllı ve cesur bir soytarısı olan krallar ne şanslı!
Bu, ortaçağa özgü tarihsel bir tespit gibi gelmesin. Nitekim, soytarının Fransız Devrimi’ndeki rolü küçümsenecek gibi değildir. Modern devletlerin de, Bismark’ın ifadesiyle söylersek, kaybolduklarında yollarını bulabilmeleri için soytarıların eleştiri iğnelerine ihtiyacı vardır. Tabii bu, idarecilerin hiç koşulsuz soytarıların izinden gideceği anlamına gelmez. Aksine, onları dinleyerek kararlarını daha iyi gözden geçirebilir, nahif ve sağduyusuz bir biçimde hareket etmekten kurtulurlar.
Modern toplumun yukarda bahsi geçen, haklarında zekâ ürünü nice sözler sarf edilen -ve ne yazık ki bir o kadar da aşağılanan- soytarıları ise, aydınlar, yani entelektüellerdir. Örneğin, Almanya’daki entelektüeller sadece “47’ler Kuşağı”[2] mensupları veya belli televizyon programlarının editörleri değildir. Bazı gazeteci, profesör, ressam ve mimarlar da bunlara dahil edilebilir. Ne var ki, Almanya’da “süreli entelektüel” denilebilecek, ömrünün belki de çok büyük bölümünü entelektüel bir sorumluluk bilinciyle geçirmemiş fakat belli bir mesafeden de olsa sosyal hiyerarşi içinde bir eleştirmen ve saray soytarısı gibi işlev gören kişilere nadiren de olsa rastlanır. Theodor Heuss[3], bir entelektüelin eleştirel mesafesi ile bir politikacının siyasi sorumluluğunu buluşturmayı başarmış nadir insanlardan biridir.
Modern toplumun saray soytarısı olarak, her entelektüel, görünen her şeyden şüphe etme, kayıtsız ve mutlak olan otoriteyi biraz sarsma ve kimsenin cesaret edemediği soruları sorma görevini üstlenir. Bunlar, sorulması kolay sorular değildir: Mesela, biz Almanya’nın yeniden birleşmesini gerçekten istiyor muyuz?[4] Hain olmak, belli koşullar altında, vatana hizmet de olabilir mi? Dinî eğitim okullarda mı verilmelidir? Kürtaj serbest olmalı mıdır?
Bu tarz sorular şok edici görünebilir. Amacım böyle sorulara cevap yetiştirmekten ziyade, bizzat bunların işaret ettiği ufuk açıcı bir yönteme dikkat çekmektir. Benim kanaatime göre, buradaki asıl önemli husus, bu şok edici soruların sorulabilmesidir: Tersi veya zıttı ortaya atılıp tartışılmadan alınan her konum veya tutum zayıftır. O halde, mevcut siyasi, ahlaki, pedagojik, dinî vs. her konum ve tutumumuzu sorgulayarak kuvvetlendirmek ve böylece onlara daha sağlam bir zemin kazandırmak, modern toplum soytarılarının, yani entelektüellerin toplumsal ödevidir.
Genel kabul görmüş değer ve kavramları sorgulamak, doğal olarak, rahat yapılacak bir iş değildir. Hepsinden önemlisi, bu, sıkça rastlanan ve üstlenilmesi kolay bir sorumluluk da değildir. Bu sebeple entelektüellerin toplumda yerilmesi, hatta hakarete maruz kalması kaçınılmaz bir durumdur. Ancak, burada basit iftira ile zulmü birbirine karıştırmamak gerekir. Sorgulayıcı bir entelektüel hakkında, sakin ve soğukkanlı bir tavırla ortaya konan, “Neyse, o zaten bir liberal, o halde politik mevzularda pek ciddiye almaya değmez,” ifadesi ile, kötü niyetli bir tutum içinde sarf edilen, “O zaten devlet düşmanıdır, özgürlük istismarcısıdır, ve de güvenliğimizi tehlikeye atmaktadır” şeklindeki sözler bir tutulamaz. Burada kendine özgüveni tam bir toplum, sürekli olarak kendi kurumlarından korkan ve her eleştiride bir ihanet kokusu alan bir toplumdan ayrılır.
Soytarı tarafından ortaya atılan hakikat, sorumluluktan (ve tabii dolayısıyla da güçten) mahrum biri tarafından söylendiği için, hiçbir zaman hak ettiği ciddiyetle ele alınmaz. Fakat bu yoksunluk, onun değerini düşürmezse de, kamuoyunun, gerçeklere, çamur atıp topa tutacak derecede karşı çıkmasına sebep olur. Nihayet, bir toplumun kendi kurumlarını sorgulayan entelektüel soytarılara, yani aydınlara sahip olup olmaması ve bunlara karşı gösterdiği hoşgörünün derecesi, o toplumun olgunluk ve kaynaşmasının ölçütü olarak alınabilir.
Notlar
* Özgün adı: “The Intellectual and Society: The Social Function of the “Fool” in the Twentieth Century” in Power & Consciousness, Ed., C.C. O’Brien and W.D. Wanech (London: University of London Press) 1969, pp. 49-52.
[1] Eskiden bu soytarılar, belli özel kıyafetleri içinde, kralın en yakınında bulunan kişilerdendi ve yaptıkları şaka ve nüktelerle onları eğlendirir bazen de düşündürürlerdi. Soytarı karakteri Shakespeare’in oyunlarında çok önemli yer tutar. Bunlardan, özellikle Falstaff, unutulmaz soytarı tiplemelerinden biridir. IV. Henry oyununda Prens’in en yakın arkadaşı ve onunla laf cambazlığı yapabilecek kadar zeki ve nüktedân bu yaşlı serseri, ona sıradan yaşamla ilgili bilgiler verir, danışmanlık yapar. Yine, Kral Lear’daki Fool (Soytarı), yazıda bahsi geçen soytarıyı tam olarak örnekler: Kibirli ve kalın kafalı Lear’ı her fırsatta taşlamaktan, sorgulamaktan ve uyarmaktan geri durmaz. Acımasız Lear ise, her ne kadar sözünü dinlemese de, kızına bile göstermediği müsamahayı ona gösterir. Soytarısına kulak asmayan Lear’ın sonu ise mâlum. Oyunun bir trajedi olduğunu hatırlatmakla yetinelim [çevirenin notu].
[2] Almanya’da II. Dünya savaşının hemen sonrasında özellikle Der Ruf (Çağrı) adlı edebiyat dergisi etrafında oluşmuş aydınlar hareketi [çevirenin notu].
[3] 1884-1963. Akademisyen (Ph.D.), gazeteci ve Federal Almanya’nın seçimle belli bir süreliğine iş başına gelen ilk cumhurbaşkanı.
[4] Yazı, Doğu ve Batı Almanya birleşmeden önce kaleme alınmıştır[çevirenin notu].
No comments:
Post a Comment