ESERLER

ÇIKTI!



Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Hece, Ankara, 2015.



Bilinçli Yazarın Roman Üzerine Görüşlerine Dair Alçakgönüllü Bir Deneme

Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Serander, Trabzon, 2015.



Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Hece Yayınları, Ankara, 400sf., 2013.


Mustafa Zeki ÇIRAKLI,
VDM Publishing, Saarbrücken, 2010, 188 pages. [ENN Publication List 2010 Germany/Turkey]

(7) OKUMA ALEGORiLERi (Rousseau, Nietzsche, Rilke ve Proust'ta Figürel Dil) Paul de MAN, Çev. Mustafa Zeki ÇIRAKLI, PARADIGMA YAYINLARI, 2009, 356 syf.


Bütün dünyada onbinlerce edebiyat sever tarafından ziyaret edilmiş olan bu platformda şu ana kadar eklenmiş olan "makaleler"e en son çalışmalarımız da eklenerek blog'umuz zenginleştirilecektir. Blog'umuz'un en son güncellenmiş hali ve İngilizce versiyonu çok yakında erişime açılacaktır. İlginize teşekkür ederiz.

Kanon'a Dair

Dergi ve Özel Sayı’ların “Kanon” Bağlamında Düşündürdükleri

Mustafa Zeki Çıraklı


Hey aylık dergi yazarları!

–nasıl olur da benim giyeceğim bir yeleği

kafanıza göre kesip biçmeye kalkıyorsunuz?

İçindeki astarı da kesmeyeceğinizi

nerden bilebilirsiniz?

Laurence Stern, Tristram Shandy, Bölüm III.

Batı Edebiyatında özellikle yüzyılın son çeyreğinde, yani çok kültürlülük, etnisite, cinsiyet gibi mevzular popüler olmaya başlayınca, daha çok tartışma gündemine gelen “kanon” meselesi, aslında her zaman edebiyatın vazgeçilmez tartışma ve gerilim alanlarından biri olagelmiştir. Bunun nedeni “edebî kanon”un sınırlarının net çizilememesi, tarifinin kolay yapılamaması, oluşum süreçlerinde sayısız unsurun rol oynamasıdır. Kanon, Türk Edebiyatı’nın da gündemini epeydir meşgul etmektedir. Bu yazıda, edebî dergilerin belli bir edebî türü konu alan özel sayılarının kanon bağlamında düşündürdüklerine değineceğiz. Bunu yaparken hem kanon meselesine genel bir bakışı, hem de bazı problemleri yansıtmaya çalışacağız.

Kanon kelimesinin Yunanca olduğu ve oradan Arapçaya, Arapça’dan da bize “kanun” olarak geçtiği bilinmektedir. Kelime çok eskiden Kilise’nin onayladığı kutsal metinler listesi anlamına gelmekteydi. Daha sonraları, belli bir yazarın eleştirmenlerce de onaylanmış yapıtlarının tümüne birden kanon denildi: örneğin Chaucer kanonu, Shakespeare kanonu gibi. Derken bu sözcük zamanla daha geniş bir anlam kazanarak, eleştirmen, bilim adamı ve okur taifesinin “büyük,” “öncü,” yahut “nitelikli” olduğu, veya en azından o milletin edebiyatında hatırı sayılır “bir yer tuttuğu” hususunda uzlaştıkları eserler/yazarlar listesi veya kataloğu olarak tanımlanmıştır. Tabii bu kataloğun içinde öncelikle o edebiyatın artık “klasik” sayılan yapıtları yer alır. Öte yandan bunun edebiyat tarihçiliğinden farklı bir boyutu olduğunu görmek gerekir. Nitekim, Trevor Ross, kanon oluş(tur)ma sürecinin edebiyat tarihçiliğinden farklı olduğuna vurgu yaparken, bu ikisini diyalektik çatışma içinde iki unsur olarak almayı tercih etmiştir. Buna göre, edebiyat tarihçiliği bir eseri ortaya çıkaran yazara ve topluma ilişkin otobiyoğrafik, sosyolojik, kültürel, politik ve diğer akla gelecek her açıdan sayısız ayrıntı ve veriyi toplamaya, büyük küçük gözetmeksizin olan ne varsa kayda geçirmeye çalışır. Kanon oluşturma ise sanatsal değeri haiz büyük eserleri “seçme” ve bu seçkin yapıtları “tarihsel bağlamlarının dışına taşıyarak” onları adeta “muhayyel bir mabede” koyma işlemidir.[1] Bu aslında bir tür vitrindir. Bu vitrine bakanlar o edebiyatı, dolayısıyla o milletin kolektif şuurunu ve geçmiş yahut zamandışı muhayyilesini oluşturan metinleri bulacaklardır.

Bu vitrin zaman içinde oluşur ancak bu oluşumda pratik olarak antoloji/dergilerin ve siyasetin, düşünsel olarak ise ideolojinin etkileri yadsınamaz.

David H. Richter, editörü olduğu The Critical Tradition’da (Eleştiri Geleneği) çok sayıda görüşe değinmekle birlikte, eğitimin, eğitim araçları ve bunları elinde bulunduran kurumların, ders kitabı ve antolojileri basan yayınevlerinin, bunların sahipleri, editörleri ve onları etki altında bulunduran sivil veya siyasi mercilerin etkisinin yadsınamayacağını söyler. Ayrıca belli dergi ve toplulukları ve tabii eleştirmenleri de bu gruba dahil etmek lazım. Yazım safhasından yayım ve satış süreçlerine kadar sayısız unsurun rol aldığı karmaşık bir yapıdır bu; ve bunların güncel ihtiyaç ve ilgilere dayalı güncel bir kanon oluşturmaya çalıştıkları görülür kimi zaman.[2] Bu duruma karşı, eserlerin zamana dayanıklılığı[3] nispeten güvenilir bir ölçüt olarak aklımıza gelir. Fakat bu, bazılarının sabır sınırlarını zorlar çünkü onlar “şöhret trenine” erkenden atlama hayalleri kurmaktadır. Biraz da espri mahiyetinde, aklımıza Oliver Goldsimith’in şu sözleri geliyor:

Kendimi büyük bir hanın avlusunda hayal ediyorum… sayısız vasıtanın yer aldığı büyük bir avlu…vagonlar, at arabaları, basamaklı araçlar…hepsinin üzerinde gidecekleri farklı yerler yazıyor. Birinde, okuyabildiğim kadarıyla, “zevk”; bir diğerinde “üretkenlik,” üçüncüsünde “züppelik ve kapris,” ve dördüncüsünde “zenginlik diyarı.” Hepsine de meylettim, bir baktım birinden diğerine atlayıp duruyorum, bunu nasıl yaptığımı da bilmiyorum. Nihayetinde gözümü, bana en uygun gelen çok uzaktaki Alman tarzı küçük bir yaylıya dikiyorum: Yaklaşıp nereye gittiğini okuyorum: Şöhret Vagonu.[4]

Burada belirtildiği gibi, kanon oluşurken yaşamakta olan yazarların bazıları bu oluşumda belirgin bir yer tutma şansına sahip olabilirler. Ancak kanon böyle gündelik heveslere hizmet eden bir oluşum ve etkileşimin çok daha ötesinde bir sürece işaret eder. Her ne kadar bu tip geçici kaygılar ve samimiyetsiz çabalar göz ardı edilemese de, bu etkiler son tahlilde hep sınırlı kalmaya mahkum olmuştur çünkü kanon kendisine dikte ettirilen yahut empoze edilenlerden uzun vadede kendini arındırmayı başarmıştır.

Kanona şeklini veren uzlaşma veya konsensus çok yavaş ilerleyen üstü kapalı bir süreç içinde oluşur. Bunun yanında, kanonu belirleyen sınırlar gevşek ve belirsiz, üstelik geçirgendir de. Kanonun sınırlarına sürekli olarak bazı yapıtlar dahil olurken, bazıları ise yavaş yavaş ya da birden bire sınırdışı oluverir. Kalıcı vizeyi alan eserler/yazarlar uzun bir zaman imtihanından geçer. Bu süreç sürekli ve uzun olmanın yanında oldukça karmaşık ve tartışmaya da açık bir süreçtir. Çünkü, hemen tahmin edileceği üzere bu uzlaşma yahut konsensus her ne kadar zamana bırakılsa da çoğu zaman sanat dışı kaygıların gölgesindedir. Örneğin, Marry Shelly William Godwin’in kızı olmasaydı, Frankenstein’ın kanonik yapıtlar arasına girip giremeyeceği, hala bir soru işaretidir. Yine, İngiliz Edebiyatında, Metafizik şairler “Cavalier” şairlere göre ikinci plana atılırken, T.S. Eliot bunu tersine çevirmek için çok çaba sarfetmiş[5] ve oluşmuş kanonu etkilemeye gayret etmiş, bir ölçüde de başarılı olmuştur. Türk edebiyatında da yeniden keşfedilen eski yazarlar, şairler, eskiden kanonik olup da artık unutulmaya yüz tutan sanatçılar, belli bir edebî yetkinliğe sahip olduğu halde özellikle eleştiri çevrelerinin dışladığı isimler, veya yeteneksizliği herkesçe malum olan ama ismi etrafında fırtınalar kopartılan kişiler bulunması doğaldır.

İhtilafların bazıları zamanla çözüme kavuşurken, süreç yeni ihtilafları da beraberinde getirir. Jale Parla bir yazısında, eğer edebiyat bir bilim olacaksa bu karmaşık “yumak”la uğraşmak zorunda olduğunu söylerken[6] bu uğraşın aynı zamanda edebiyat dışı kaygılarla oluşagelmiş “kışkırtıcı” kanonları da ortaya çıkaracağını belirtir. Bu uğraş ve çabanın gönüllü sahipleri antoloji ve dergilerdir.[7] Eğer siyaseti ve onun güç parametreleri ile oynayarak etkinlik üreten aktörlerini sanatsal anlamda “sivil” kabul etmezsek, antoloji ve dergiler oluşagelmiş kanonik yapılara hem harç taşıyan hem de onları sarsan sivil odaklar olarak karşımıza çıkar. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi bu mevzuda en çok hatırlanan örneklerden biri olmuştur. Ama tartışma yaratan bir örnek vereceksek, Ahmet Kabaklı’nın meşhur Türk Edebiyatı’nı verebiliriz. Tabiî bu tartışmaların da yer yer ne kadar öznel gerekçelerden yola çıkabileceğini de hatırlatarak. Hele asıl kıyametleri kopartan çalışmalar şiir antolojilerinde olmuştur ki, üzerinde ittifak sağlanmış bir şiir Antolojimiz ve kanonumuz hala oluşamamıştır. Gerçi Roman ve hikaye alanında da durum buna yakındır. Bunlar gibi, ulusal ölçekli bir edebiyat dergisinin şiir, roman ya da hikaye türlerinden birine mahsus bir özel sayı çıkarması bu açıdan da değerlendirilmelidir; çünkü, böyle bir girişim, niyeti bu olmasa dahi, kanona kayıtsız kalamaz, dolayısıyla oluşmuş kanona yapacağı etkiler ile yeni bir kanon oluşturma gayreti açısından dikkatle incelenmelidir. Bu yapıldığında özellikle şu hususlar dikkati çeker.

Birincisi, madem ki kanonun olması için “kanun”un [8] olması gerektir, Türkiye’deki edebiyat mahfillerinde, buna dergiler de dahil, bu kanundan açık seçik bahsedildiğine pek tanık olamıyoruz ne yazık ki. Kısacası ciddi bir eleştiri eksikliği söz konusudur. Edebî eleştiri geleneğinin oluşamadığı bir ortamda ölçütler bulanıklaşır ve idrak edilemez, anlaşılamaz bir hale gelir. Böyle olunca da kanonu oluşturacak yapıtların neye göre seçileceği ya da diğerlerine göre hangi açıdan önceleneceği karışır. Bu süreçte, Kemal Atakay’ın dediği gibi, “eleme, seçme, ayırma, ve kural koyma” göz ardı edilemez unsurlardır.[9] Burada “elimize önce bir çeşit kural cetveli alalım ve oturup bir kanon yaratalım” gibi saçma bir şeyden bahsetmiyorum elbette, ama nihayetinde belli eserleri ve yazarları edebiyatımızın vazgeçilmez, önemli, öncü ya da hatırı sayılır mevkilerine yerleştiriyorsak, bunu yaparken elimizde iyi kötü böyle bir kriter var olmalı değil midir?

Buna bağlı olarak ne zaman böyle bir kanun/kriterden söz açılsa herkes edebî ölçütlerden bahseder. Ne var ki bu ölçütler hiçbir zaman ideolojiden arındırılamaz, belki arındırılması da gerekmez, kaldı ki ölçütlerden bahsettiğimiz anda kurumsallık ve ideoloji bir şekilde devreye girer ve bu, bu tür girişimlerin bir handikapı olarak karşımıza çıkar. Örneğin Tanpınar, “kökleşmiş bir meseleden,” “hayatın mucizesine göz yuman sanattan,” yahut insanımızın “içhikayesi”nden bahsederken, veya Hüseyin Su “iğreti, kansız ve kemiksiz , tarihsiz öykü kişileri”nden şikayet ederken[10] belli bir fikre yaslanarak bunu ifade ederler.

Batılı eleştiri çevrelerinde de konu tartışılmaya devam etmiştir. Örneğin, Kanonik yahut bir diğer ifadeyle klasik olmaya layık bir yazarla ilgili tanımlamalar ne yazık ki hala oldukça muğlaktır. Mesela, Saint Beuve’nin şu ifadeleri ilk bakışta çoğumuzun onaylayacağı, ama ne yazık ki işlevsel hale getiremeyeceği gibidir:

İnsan ruhunu zenginleştirmiş, ruhun güzelliğini artırmış, hatta daha da ileri giderek bazı değişik ahlakî hakikatler keşfetmiş yahut kalpteki o bildik, sonsuz tutkuları yeniden tazelemiş, hangi biçimde olduğuna bakmaksızın, özgür ve büyük seçimler ve yargılara dayalı olarak ve kendi içinde de bütünlüklü ve münasip bir şekilde, düşünce, gözlem veya keşiflerini aktarmış; insanlara tamamen kendine özgü bir üslupla seslenmiş ama bu üslubu aynı zamanda tüm insanlara mal etmeyi bilmiş, yenilikçiliği yapmacık ve zorlama olmamış, bir zaman için yeni, daha sonra eski kalsa da, bunların ötesinde her devre hitap eden bir çağdaşlığı yakalamış olan yazar “klasik” olmayı hak etmiş bir yazardır.[11]

Bu çarpıcı ama kapalı ifadeler bize bir şeyleri sezdirmekle beraber, daha somut kriterlere ihtiyaç duyduğumuz açıktır çünkü biraz daha kurcalasak buradaki tanımlamaların bazı çelişkileri barındırdığını dahi iddia edebiliriz: “Ruhu zenginleştirmek”ten tutun “münasip” olmaya kadar bir dizi kendisi tanımlanmaya muhtaç ifade vardır bu geniş tanımlamada.

Türk Edebiyatına dönersek öteden beri benzer ifade sorunlarının yanında, “ideolojik” bir yırtılmaya işaret eden daha sorunlu bir tanımlama retoriğinden söz açılabilir ve bu yırtılma daha çok kendini bizim kadim “mesele” kavramımız etrafında dışavurur. Örneğin, hala bir “mesele”den söz açıp, “içhikayemiz”i kurma ihtiyacını dillendiriyor, “hayatın mucizesine” inanıyor ve “tarihi olan” karakterlere özlem duyuyorsak bu seçimlerimize ne kadar yansıyacaktır? Bu durumda, salt estetik kaygılarla (eğer bu mümkünse tabii) hareket ederek edebiyata toplumsal, millî ve insanî kaygıların dışında bir misyon yükleyenlere, daha doğrusu edebiyata bir misyon yüklenmesine karşı duranlara tavrımız ne olacaktır? Veya edebiyatı “bir şey” anlatmaktan aciz gören, dolayısıyla ne mucizeye ne de tarihe inanmayan, bunların ya saçma ya da kurgusal yanılsamalardan ibaret olduğuna savunan bir yapıtı kanona dahil edecek miyiz? Yahut onu teknik veya dili kullanım becerisi nedeniyle iyi bir sanat eseri olarak tanımlasak bile, ulusal edebî kanonumuz içinde sayacak mıyız?

Son zamanlarda Murat Belge’nin de ifade ettiği gibi “edebiyatla edebiyat olarak uğraşan insanların gene yalnız edebî zevk anlayışlarıyla oluşturdukları bir ‘karma’ yazarlar kadrosu olduğu”[12] düşünülebilir. Ancak bu karma listelerin ulusal edebî kanonumuzu temsil edecek bir genelliğe ne kadar sahip olabileceği kuşkuludur. Ayrıca belirtmek gerekirse buradaki edebîliğin ölçütü slogan ve klişe anlatımlardan uzak durmak olsa gerek. Tabiî Türkiye’de her şeyi ideolojiden arındırsanız bile dili arındırmanız nerdeyse olanaksız.[13] Yine Hece dergisinden bir örnek verirsek derginin kapağında ve bir çok yazısında “öykü” kelimesi tercih edilirken, aynı sayıda yazan Kayahan Özgül bu tercihi “akıllara seza bir gericilik”[14] olarak nitelemektedir. Dile yaklaşım, kanon oluşturma sürecine katılacak olan eleştirmen, bilim adamı ve okurların “seçim”lerini şüphesiz etkileyecektir.

Daha evvel de bahsedildiği üzere, sonuçta kendini bu işte bir parça yetkili görenler belli listeler yapmaktan geri durmayacaklardır. Bunu birkaç nedenden ötürü yaparlar: Mevcut eleştiri ortamına katkı sunmak, tarihsel bir dökümünü vererek akımların ve gelişme süreçlerinin varsa kırılma ve parçalanmaların haritasını çıkarmak, okurlara kabaca da olsa bir edebî çerçeve kazandırmak, ve tabiî ki kendi beğendiği eserleri/yazarları vitrine taşımak. Tartışmayı alevlendiren genelde bu son saydığımızdır fakat aslında en nahif olanı da budur. Şöyle ki, bazı eserler zaten klasikleşmişse onu kanona dahil etmemek sizin aleyhinize olacaktır. Bazı eserler vardır ki bir parça tanınmışlık ve beğeni elde etmeyi başarmışlardır. Eğer onları dışarıda bırakırsanız bu onların lehine, sizin aleyhinize olacaktır. Çünkü böyle bir eseri/yazarı kanon dışı bırakmak onu daha ilgi çekici hale getirebilir, yani sansür çoğu zaman ters teper. Tarafınızdan fayda sağlama ihtimali olan yazarlar daha çok pek tanınmayan, adı duyulmamış yahut başka listeler tarafından görmezden gelinerek dışlanmış eserler/yazarlardır. Böylece daha geniş bir kitlede isimleri duyulabilir ve eserleri okunma şansı bulur. Nitekim Henry James, sıradan olup da bazı listelerde yer bulan yapıtların aynı sıradanlığı paylaşan ama gündeme gelemeyenlere nazaran daha iyi yapıtlarmış gibi göründüğünü söyler.[15] Tabiî burada önemli ve de zor olan, böyle bir listeye girmek değil, o listede ve diğerlerinde çok daha süre yer almaktır. Sonuç olarak, kanonu etkileme çabaları dahilinde sunulan listelerde akıllı bir edebiyat eleştirmeninin dikkatini, hangi isimlere yer verildiğinden çok, hangi isimlerin dışlandığı çeker. Örneğin, Ömer Lekesiz’in “Öykücülüğümüzde Dönemler” adlı yazısında sunmuş olduğu liste bu açıdan incelenebilir.[16]

Evet, bazıları dışlanmaktan, veya haketmediklerini düşündükleri halde eleştirilmekten kurtulamazlar. Tek ümitleri kendileri lehine çalışacak olan zamandır ama buna da ömürleri vefa etmez. Eleştirmenlerce yerin dibine batırılmış ve liste dışı bırakılmış Laurence Stern gibi yazarlar, bu durumun farkına vardıkları için bu listeleri yapanlarla alay etmiş, hiciv oklarıyla sahneye çıkmış ve edebiyat tarihinin renkli anekdotlarına imza atmışlardır. Örneğin bunlardan biri de Charles Churchill’dir. The Apology Addressed to the Critical Reviewers’ da (Eleştirmenlere Hitaben Özür Beyanı) adlı hicvedici manzumesinde şunları söyler:

Münekkidler sözünü kim kınayabilir,

Onlar ne söylüyorsa, bu kâfi değil midir?

Hele bir de kalkıp açıklama istemek,

Bence bu hainliğin tam daniskası demek!

Nasıl ki yanlış olmaz, Roma kilisesinde,

Bulunur gerçek yargı, onların uhdesinde![17]

Sonuç olarak, edebiyat dergiciliği ve zaman zaman çıkarılan özel sayılar, çeşitli eleştirileri göğüsleme iradesi taşımayı gerektirir ve bu nedenle cesur girişimler olarak alkışlanmalıdır. Buradaki cesaret, bir çok zorluğu olduğu kadar, kanon gibi girift bir meseleyle yüzleşmeyi göze almayı da beraberinde getirir çünkü oluşmuş, oluşmakta ve oluşacak olan edebî kanonla doğrudan ve dolaylı olarak etkileşime girer. Dergilerin, türler üzerine söz söylediği, bazı yazarları ön plana çıkarıp bazılarını, yerdiği, bazılarını ise hepten yok saydığı, tarihsel dönemler, eğilimler ve yazar isimleri listeleri yayımladığı, edebiyat “seçki”lerine yer verdiği görülür. Bir dergi bunları yaparken, ister istemez bir “kanun”a yaslanacak, bazen bu kanun belirsiz olduğu için gereken berraklıkta olmayan yargılarda bulunacak, ideolojiyle -ve onun kurguda, öykülemede ve dildeki yansımalarıyla- başa çıkmayı önerirken kendisi aynı girdaptan kurtulmaya çalışacak, üzerine eğildikleri alanda kendisine tanıdığı bir yetki/otoriteyi kullanarak seçimler yaparak okurlara sunacak, yani ister istemez kanonlaştırma sürecine katılacaktır. Nihayetinde, yazının başından bu yana değinilen hususlar ne kadar göz önünde bulundurulursa, gerek yapıtlara, gerekse bu sürece daha nesnel ve estetik ölçütlerle yaklaşma ümidimiz korunacaktır.



[1] D. H. Richter, Ed., The Critical Tradition (St. Martin’s Pres: New York) 1989’dan, s. 1285.

[2] A.g.y., s. 1289-90.

[3] Nitekim bu zaman ölçüsü Horace ve Johnson gibi iki büyük devrin iki önemli kişisi tarafından en az “yüzyıl” olarak ifade edilir, örneğin Johnson Shakespeare’i överken buna değinir. Samuel Johnson bundan “edebî yetkinlik sınavı” diye bahseder. Bkz. Abrams, Literay Terms (Harcourt Brace: New York) 1993, s. 20. Nitekim Mina Urgan da ünlü İngiliz Edebiyatı Tarihi’nin önsözünde benzer bir yaklaşımla “imtihan süresi” henüz dolmadığından 20.yy. yapıtlarına yer vermediğini söyler. Bkz. Urgan, ( Altın Kitaplar: İstanbul) 1989.

[4] Alıntı, Oliver Goldsmith, The Bee, Vol. 5, November 1759; Frank Donough, The Fame Machine (Stanford University: California) 1996’dan, s. i.

[5] T.S. Eliot, Denemeler, Çev., Akşit Göktürk (Afa: İstanbul) 1987, ss. 64-74.

[6] Parla, “Edebiyat Kanonları,” Kitaplık, sayı 68, Ocak 2004, s. 52.

[7] Epigrafta kendisinden alıntı yaptığımız roman sanatının dahi adamı Stern kendi zamanında aylık dergiler ve eleştirmenlerce pek tutulan bir yazar olmayı başaramamıştı. Hatta, ansiklopedi sahibi Dr. Johnson’ın, Tristram Shandy’yi acımasızca tenkit ettiği anlatılır. Tabii devrinin en itibarlı eleştirmenlerinden Johson’ın bu kanaatinin yanlış çıkması manidardır çünkü Stern’ün yapıtı 17. yy.’da kanona girememiş olsa da devrinin bir-iki asır ilerisindeydi. Günümüzde ise başyapıtlardan biri olarak kabul edilmekte.

[8] Burada kanun sözcüğünün kanon ile aynı kökten geldiğine ve etimolojik olarak kilise kanunu, kilise kuralı manasına kullanıldığına işaret etmekteyiz. Hatırlanacağı üzere Kilise “uygun/münasip” olan kutsal metinler listesini belirleyecek kendine göre “değerlendirme ölçütleri”ne sahipti. Yahya Kemal’in belirleyici ölçütler, kanunlar anlamında “mecelle” kelimesini kullandığını biliyoruz.

[9] Atakay, “Kanon Huzursuzluğu”, Kitaplık, a.g.d., s.76.

[10] İki alıntı için de bkz. Hüseyin Su, “Öykümüzün Hikayesi,” Hece Dergisi, Türk Öykücülüğü Özel Sayısı, Ekim-Kasım, 2000, 2.Bsk. ss.6-7.

[11] Saint-Beuve,

[12] Murat Belge, “Türkiye’de Kanon,” Kitaplık, a.g.d., s.59.

[13] Dil ayrıca doğası gereği analamdan dolayısıyla da ideolojiden zaten soyutlanamaz ama bu başka bir konu. Türkiyede’ki dil üzerinden yürütülen ideolojik çekişme ne yazık ki çok daha kaba ve kabalaştırıcı, kısır ve kısırlaştırıcı bir gerilime işaret ediyor ve dil aletini kullanan edebiyatçının sözcüklerle oynarken sahip olması gereken özgürlüğü baltalayıcı bir rol oynuyor.

[14] K. Özgül, A.g.d., s. 33.

[15] H. James, The Notebooks, Carl Bredahl, New Ground, Western American Narrative and the Literary Canon (The University of North Carolina: London) 1989’dan, s.7.

[16] Ö. Lekesiz, a.g.d., ss.18-26.

[17] F. Donough, The Fame Machine, A.g.y.’dan, s. 50 [tercüme bana ait]

No comments:

Post a Comment