ESERLER

ÇIKTI!



Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Hece, Ankara, 2015.



Bilinçli Yazarın Roman Üzerine Görüşlerine Dair Alçakgönüllü Bir Deneme

Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Serander, Trabzon, 2015.



Mustafa Zeki ÇIRAKLI, Hece Yayınları, Ankara, 400sf., 2013.


Mustafa Zeki ÇIRAKLI,
VDM Publishing, Saarbrücken, 2010, 188 pages. [ENN Publication List 2010 Germany/Turkey]

(7) OKUMA ALEGORiLERi (Rousseau, Nietzsche, Rilke ve Proust'ta Figürel Dil) Paul de MAN, Çev. Mustafa Zeki ÇIRAKLI, PARADIGMA YAYINLARI, 2009, 356 syf.


Bütün dünyada onbinlerce edebiyat sever tarafından ziyaret edilmiş olan bu platformda şu ana kadar eklenmiş olan "makaleler"e en son çalışmalarımız da eklenerek blog'umuz zenginleştirilecektir. Blog'umuz'un en son güncellenmiş hali ve İngilizce versiyonu çok yakında erişime açılacaktır. İlginize teşekkür ederiz.

Ayla Kutlu'da Mitolojinin Yapıbozumu


“Zühre" Hikayesini Yeniden Yazmak

·

Mustafa Zeki ÇIRAKLI

Gökteki Harut ile Marut aşk için indi yere

Zühre yüzün göricek unuttular Râhmanı

İnsanı ve evreni salt akıl yoluyla veya salt literal bir dille önerme ve betimlemeler kullanarak yansıtmak güçtür. Kaldı ki, eskilerin kullandığı dilin ve hakikati algılama biçimlerinin çözümleyici bir mantığa yaslanmadığı bilinir. Ritüel ve kutsalla iç içe geçmiş bir insan ve kainat tasavvurunun olduğu çok eski devirlerde, hayatın derinlik ve anlamı mitlerde kendini dışavurmuştur. Bu nedenle mitler,[1] anlamakta ve anlatmakta zorlandığımız “insanlık durumu”na dair hakikatleri ele alır. Bunlar, hayalgücünün sınırsız olanaklarını kullanarak imgesel ve figüratif bir dil kullanır. Kısacası mitler, insanlık durumunu dramatik olarak anlatan metaforlardır ve gerek doğu gerekse batı toplumlarının kolektif şuurdışının oluşmasında rolleri inkar edilemez.

Gel gör ki, mitoloji her ne kadar “hakikati” dillendirmeye çalışsa da, ondaki bazı anlatıların yalın insan gerçeğini yansıtmak bir yana, onu göz ardı ettiği görülebilir. Bir başka deyişle, belli bir bağlamda hakikate işaret ettiği varsayılan bir mit, tekil bir insanın durumunu kavramaya engel teşkil edebilir. Hatta sorunlu bir hakikat tasviri üreterek[2], insanı doğru tanımamızın önünü kesebilir. Bunun doğu ve batı mitolojilerinde örneklerini bulmak mümkündür. “Zühre” miti [3] bu sorunlu hikayelerden birine dayanır. Bu yazıda Ayla Kutlu’nun Piç adlı öyküsünde bu miti nasıl sorguladığını ve yapıbozumuna uğrattığını ele alacağız.

***

Mitolojiye göre hikaye kısaca şöyle:

Melekler insanların günaha meyilleriyle alay ederler. Tanrı insanoğullarındaki şehvet sizde olsa, siz de onlardan farklı davranmazdınız, der. Melekler buna karşı çıkınca, Tanrı onların içinden Harut ile Marut’u seçer ve dünyaya yollar. Babil’de kadılık yapmaya başlarlar. Günün birinde, çok güzel bir kadın onlara başvurur. İkisi birden ona aşık olurlar. Birbirlerinden habersiz aynı zamanda kadının evine giderler. Kadın (Zühre) ikisine de oyun, çalgı, zevk ve şarap sunar ve ağızlarından gökyüzüne çıkmayı sağlayan sihirli sözcükleri ister. Bunu öğrendikten sonra da Tanrı’nın en büyük adını alır. Bu adı okuyarak gökyüzüne çıkar. Tanrı da onu gökte sabit bir yıldıza (Zühre-Venüs) dönüştürürken, Harut ile Marut ceza olarak Babilde bir “kuyu”ya[4] baş aşağı salınır.

Görüldüğü üzere bu hikayenin kahramanı “baştan çıkartıcı ve ayartıcı” bir kadındır ve bu, edebiyatta sıkça resmedilen bir imgenin oluşumunda önemli esin kaynaklarından biri olagelmiştir. Hatta mitolojinin dinsel mitolojiyle olan etkileşimi de bunda rol oynamıştır.[5] Mitolojiden beslenen, melekleri bile baştan çıkartacak denli tehlikeli ve erkekleri karanlık kuyulara mahkum ettirecek kadar zalim bu “fettan” ve “şuh” kadın figürü sözlü ve yazılı edebiyat ürünlerinin canlı ve renkli bir unsuru olarak karşımıza çıkar. Gerçi yazının girişinde verdiğimiz mitik hikayenin başında ayrım yapılmaksızın insanoğlundaki “şehvet”ten söz edilse de, zaman içinde asıl vurgu kadında varolduğuna inanılan potansiyel baştan çıkartıcılık ve ayartma üzerine olagelmiştir. Nitekim Kutlu da Piç’teki anlatıcıya bunun çok eski bir hikaye olduğunu söyleterek sık sık Yunus, Ahmet Paşa, Bakî, Nef’i ve Nedîm’in bu mite göndermede bulundukları manzumelere atıfta bulunur.[6] Ayrıca, Namık Kemal’in İntibah, Recaizade’nin Araba Sevdası, Reşat Nuri’nin Acımak romanları benzer bir Zühre sterotipini hatırlatan eserler olarak akla gelir.

Ya divan edebiyatımızdaki “afet,” “afeti can,” “afet-i cihan,” “afet-i devran” terimlerine ne demeli? Bu sözcüklerin güzelliğe yaptığı vurgu kadar, ayartıcı kadın imgesini hatırlatan bir yönü de var elbette. Bütün bunlar mitolojinin yarattığı etkiden bağımsız değil. Bunun böyle olduğunu sözlüğe[7] bakınca da görmek mümkün: Zühre sözcüğünün türevlerine bakıldığında şu karşılıklar göze çarpar: “zühreruh” (yüzü Venüs kadar güzel), “zühresu’z” (Venüs’ü hasedinden çatlatacak kadar güzel), “zühret” (bembeyaz ve alımlı.” Ancak bu türevlerden biri var ki tam da bu konuya parmak basar ve önyargıyla şekillenmiş kolektif şuuraltını açıkça ortaya koyar: “zührevî” yani cinsel yolla ortaya çıkan yahut bulaşan hastalıklara yakıştırılan sıfat. Böyle olunca “Çah-ı Babil” metaforunun neyi kastettiği biraz daha belirginleşir.[8]

***

Ayla Kutlu’nun Zehir Zıkkım Hikayeler adını verdiği kitabında işlediği “öteki insanlar” alışılagelmiş kalıplar içinde yer bulamamış tipler olarak karşımıza çıkar. Onların hikayesi anlatılma şansı pek bulamamıştır. İşte Kutlu tam da bu anlatılmamış/anlatılamamış öykülere ilgi duyan bir yazardır. Kitapta yer alan Piç adlı hikayesinde Zühre mitinden hareketle yeni bir Zühre hikayesi anlatmayı dener Kutlu. Ama mitolojideki kadın imgesi ve kalıplaşmış sterotiple uyuşmayan yeni bir Zühre yaratarak mevcut “baştan çıkartıcı/ayartıcı kadın” imgesini yapıbozumuna uğratır. Kutlu, “karakterlerimin hemen hiçbiri gerçek bir kimlikle varolmadılar yer yüzünde” [9] derken Joanna Russ’ın başka bir kültür atmosferinden fakat aynı meseleye dair söylediği şu sözleri hatırlatır gibidir: “Kadınların çoğu gerçekte varolmamışlardır… günlük yaşamda hep belli sosyal rolleri üstlenmişler ve kendilerine ait özel bir kimlik/şahsiyet geliştirme hakkından mahrum olmuşlardır.”[10]

Russ, bu durumun edebiyata yansımasının çoğunlukla erkek(egemen) muhayyilenin ürettiği basmakalıp fanteziler şeklindeki kadın karakterler olduğunu belirterek, çoğu eserde kadınların genellikle ya güzelliğiyle, ya cazibesiyle ya da huysuzluğuyla erkeklerin hayatını zehir eden figürler olarak canlandırıldığını söyler. Dahası kadın karakterler, Erendiz Atasü’nün ifadesiyle, ya ilham kaynağı bir “ideal” yahut cinsellik sembolü bir “meta” olmanın dışında pek bir yer bulamazlar edebiyatta. Varlıkları imajinatif yani hayal ürünü olmaktan öteye gidemez.[11]

Aslında bu, tarih boyunca, buna modern devirler de dahil, edebiyatın zaman zaman bir çok farklı bağlamda ve örnekte ortaya koyduğu bir yanlışın, kadınlar bağlamında tekrarından başka bir şey değildir. Kutlu, bu yanılsamaya dikkati çekerek, yaşadığı öz deneyimlerinden ve gözlemlerinden hareketle yeni bir kadın imgesi, yeni bir Zühre yaratır Piç’te.

Kutlu’nun Zühre’si ve diğer kahramanlar öncelikle söylencedekinin tersine ne melek ne de yıldızdır. Günlük yaşamda bir şekilde karşılaşabileceğimiz, belki yaşamları çok da ilgimizi çekmeyecek küçük sıradan insanlardır. Aslına bakılırsa bir yazın türü olarak hikayenin eğilmeyi arzuladığı ve ona kaynaklık edecek câzip bir sıradanlıktır bu. Kutlu’nun Zühre’si söylence’deki Zühre’nin tersine oldukça alımsız, çelimsiz ve kimsesiz bir kızdır. Hizmetçi olarak terk edildiği evde insanların bildiği tek şey adının Zühre olduğudur. Anlatıcı şöyle verir bu bilgiyi: “Kızın kaydı kuydu yoktu. Yalnızca adının Zühre olduğunu biliyorlardı. Zühre… Gökyüzüne çakılı duran o parlak yıldız.”[12]

Oldukça ironik bir şekilde betimlenen Zühre, kendi adının ne olduğunu bilemeyecek kadar kelimelerden uzak, korktuğunda bile sesini çıkaramayacak kadar zavallıdır, çünkü sağır ve dilsizdir. Bununla da yetinmeyen Kutlu, öyle bir Zühre portresi çizer ki, kızcağız bırakın insanları baştan çıkartıp ayartmayı, normal bir güzelliğe dahi sahip değildir: “Büyümüş ama basık burnu yüzünün ortasında eski büyüklüğünde kalmıştı. Saçları seyrekti. Kimse onu güzel bulmazdı.”[13]

Kutlu’nun yine mitolojiyle ilgili ama tamamen farklı olarak yarattığı diğer iki tip ise tüm saflığı ve basitliğiyle çırak Mahmut ile kaba şehvet, basit ikiyüzlülük ve biraz da ahmaklığıyla ustası Harun’dur. Hikayenin kurgusuna göre ve tabii Anadolu’da sık rastlanan bir uygulamaya da öykünerek, Kutlu’nun karşı-kahramanı Zühre, Harun Ağa’ya emanet edilmiştir ve onun bir nevi evlatlığı olan Mahmut’a yamanmaya çalışılmaktadır. Tabii, Kutlu’nun Harun ile Mahmut’unun Harut ile Marut’a kinaye olarak uydurulmuş karakterler olduğunu söylemeye gerek yok.

Anadolu’da, gerek Harun gerekse Mahmut’a benzeyen sayısız insan bulmak mümkündür. Adeta, gelin bir Zühre hikayesi de ben anlatayım, diyen Kutlu, bu oldukça yalın ve sıradan, ama hiç de zorlama ve eğreti durmayan karakterlerini “birer kıvılcım olarak” yakaladığını ve hikayelerini anlatıncaya değin yıllarca “göğsünün ortasında bir kor ateş olarak” sakladığını söylüyor.[14]

Böylece Kutlu’nun, gökteki mitik karakterleri, deyim yerindeyse, yere indirdiği ve alışılmış kalıpları kıran bir Zühre imgesi yarattığı söylenebilir. Zühre’nin dilsiz ve sağır dünyasındaki tek coşkusu ipek ve astarlara birer “cennet bahçesi gibi dökülen”[15] nakışlar ve ilk gördüğü anda sanki “genç erkek görünümünde bir bebek”[16] gibi tutulduğu Mahmut’a olan temiz aşktır. Örneğin Zühre bazen saf hayaller kurarken görülür ve onun bu saflığında mitolojideki ayartıcılıktan eser yoktur: “ Mahmut’un kendisine yaklaştığını düşünüyor ve gözlerini yumuyor. Onun gitgide yaklaştığını duyumsuyor yüreğiyle. Biraz daha, biraz daha… Artık tam yüzüne değmektedir yüzü. O zaman gözlerini açıyor Zühre. Boşluk… Mahmut çıkıp gitmiş oluyor.”[17] Kutlu’nun Zühre’si kaderin ve toplumun bir boşluğa (“kuyu”ya mı deseydik?) mahkum ettiği, en çok da sevgiden yoksun bıraktığı, üstelik duygularını dışa vuracak dil aletinden yoksun bir karakter olarak Anadolu’daki nice “dilsiz,” güçsüz ve sahipsiz kadının simgesine dönüşüverir. Hayalinde temas kurmayı başardığı sevgi, gözünü açtığında hep elinden kayıp gitmiş olur. Umutsuz ve temiz bir aşkla yüreği kuş gibi çarpan masum Zühre tiplemesi ile okuru en zayıf yerinden yakalamıştır Kutlu.

Kutlu’nun karakter ve durum tasarımında yarattığı sorgulayıcı çelişkiyi, olay örgüsüyle bir adım daha ileriye götürdüğü görülür. Okur, anlatının devamında, fettanlık ve şuhluktan uzak bu zavallı Zühre için gecelerin birer işkenceye dönüştüğünü öğrenir. Sebep oldukça sarsıcı ve deyim yerindeyse “zehir zıkkım”dır: Çünkü sesi soluğu zaten kesik zavallı kıza, yatağına sızan karanlık bir gölge tarafından geceleri tecavüz edilmektedir. Ayla Kutlu’ya özgü o gerçekçi tasvir, mağdurun/ötekinin bakış açısından verilmesi bakımından ayrıca ilgi çekicidir: “İçki’nin bayat kokusu, gövdesini bastıran gövde… Görmemeli Zühre. O zaman kimseler de görmez.”[18] Kutlu görmekte/göstermekte, bir yazar duyarlığıyla ördüğü hikayesinde Zühre’nin sessiz çığlıklarını en iyi o duymakta/duyurmakta, ve böylece onun hikayesinde avcı ile av, zalim ile mazlum, gaddar ile mağdur yer değiştirmektedir. Okurun Kutlu’nun hikayesinde duyduğu ses, mitolojideki, “oyun, çalgı, zevk ve şarap sunan, melekleri sarhoş eden” o Zühre’nin “şuh” kahkahası değil, sessizliğe gömülmüş çığlıklardır. Mitolojiyle tezadı karakterlere ek olarak olay örgüsüyle de destekleyen Kutlu, hikayenin sonunu ise tam bir drama dönüştürür. Nice aşağılanma, hakaret ve dayağın ardından “piçini” doğuran Zühre, bebeği bahçedeki “kuyu”ya atmış olarak görülür. Mitolojiyle doğrudan iletişime geçen bu sahnede asıl kuyuya mahkum edilenin Zühre’nin umutlarının olduğu açıktır. Kutlu bir hikayeci ustalığıyla olay örgüsünün son ilmiğini yine sarsıcı bir ayrıntıyla bitirir: Zühre’nin polisler tarafından karakola götürülmeden önce ağzından çıkan ilk ve son kelime “Aaağun Aamğa” (Harun Amca) olur.

***

Kutlu, kitabının sonsözünde bir mazlumun şahsında sayısız kadının trajedisini canlandırdığını söylerken “bu coğrafya’nın, bu tarihsel geçmişin, bu toplumun gerçeklerinin birikimleriyle kadınlara ayna tutmaya çalıştığını” belirtir. Bunu başarır Kutlu, üstelik başka bir yazının konusu olabilecek kadar içten, sıcak, yalın ve akıcı bir dille. Ne var ki, Kutlu’nun büyükannelerimize özgü yapmacıksız, zorlamaya kaçmayan, kurguyu ön plana çıkarmayan o içten ve yalın anlatımı aynı zamanda oldukça acımasız ve yer yer rahatsız edici gibidir. Bunu en çok da bazı tasvirlerinde buluruz, örneğin Harun Ağa’nın gece Zühre’nin yatağına geldiği sahneler.[19] Kutlu, belki tam da bunu yapmak, tuttuğu aynayı gözümüze sokmak, göğsünde taşıdığı koru içimize öylece bırakıvermek istemektedir.

Ayla Kutlu, “mesele”si olan yazarlarımızdan biridir. “Amacınız okuyarak eğlenmekse,” der Kutlu “bu kitabı elinize bile almayın.”[20] Yazıyı ve hikayeyi bir oyun-oyuncak hüviyetinde görmeyen yazar, mitolojiye de aynı ciddiyetle eğilerek ondan beslenir. Onunla hesaplaşır, onunla iletişime geçer, ondan etkilenir ve onu yeniden yazar. Bu yönüyle Kutlu, tahkiyeden güç alan modern bir öykü örneği vermeyi başarmıştır.

Notlar ve referanslar:



[1] Bizdeki “kıssalar,” “menkıbeler” veya “mesneviler”deki anlatılar bu kapsamda ele alınabilir.

[2] Mitlerden eleştirmenler “temel mitik formülasyonlar (basic mythic formulations)” olarak da bahsederler, ki bu, bir tasvir/tasavvur’un varlığına işaret eder.

[3] “Harut ile Marut” Bakara 102’de de anılır. Ancak orada iki sihirbaz ve büyücü melek olarak bahsedilir. Ayla Kutlu’nun öyküsünün altbilgi kısmında belirttiğine göre söylence büyük olasılıkla bu iki meleğin durumunu açıklamak üzere doğmuştur ve Şemhazai Uzza ve Aza’el adlı günahkar meleklerle ilgili Yahudi kıssasıyla da benzeşmektedir. Burada İlahiyat araştırmalarında önemli bir konu olan İsrailiyat ve Hurafeler konusu akla gelir.Yine Kutlu’nun belirttiğine göre Harut ve Marut adları etimolojik açıdan, Zerdüşt dininin iki baş meleği Haruvatat ve Ameritat’la ilişkili olduğu sanılmaktadır.

[4] Bu kuyudan da şiirlerde “Çah-ı Babil” diye bahsedilir. Kuyu” ayrıca çağrışımları zengin bir metafordur. Örneğin “kadınlığı, kadının erkeği mahkum eden karanlık cinsel cazibesini” temsil eder.

[5] Hristiyanlıkta ve tezkiret-ül evliya türü kitaplarda Adem’i baştan çıkartan Havva figürü’ne rastlanmaktadır.

[6] Ayla Kutlu, Zehir Zıkkım Hikayeler (Ankara: Bilgi Yayınları) 2001.

[7] Redhouse Osmanlıca Sözlük (İstanbul: Redhouse) 1998, Zühre maddesi.

[8] Batı mitolojosinde “kadın cinselliği”nin (woman’s sexulity) genelde hep korkulan “karanlık bir alan” (dark space) olarak sunulduğu görülür. Bkz. Ruth Robbins, Literary Feminisms (New York: St. Martin’s Press) 2000.

[9] Kutlu, a.g.e., Sonsöz.

[10] Joanna Russ, “What Can A Heroine Do? Or Why Women Can’t Write?,” Images of Women in Fiction, Ed. S.K. Cornillon (Ohio: Bowling Gren University Popular Pres) 1972, s.5.

[11] Erendiz Atasü, Kadınlığım Yazarlığım Yurdum (Ankara: Bilgi) 2001, ss.200-201.

[12] Kutlu, a.g.e., s.160.

[13] A.g.e., s.165.

[14] A.g.e., Sonsöz.

[15] A.g.e., s.162.

[16] A.g.e., s.166.

[17] A.g.e., s.168.

[18] A.g.e., s.171.

[19] Aynı anlatım tarzını ve iritasyonu yazarın Kara Kayalar öyküsünde daha belirgin olarak görmekteyiz. A.g.e., ss. 17-18.

[20] A.g.e. Sonsöz.

2 comments:

  1. Harut, Marut ve Zühre hikayesi ilk okuduğumda benim de oldukça ilgimi çekmişti.. (Nemrut ve Belkıs hikayelerinden sonra üçüncü.. ;))

    Çok güzel bir yazı olmuş, teşekkürler..

    ReplyDelete
  2. Mustafa Hocam,
    "semantic triangle" daki bize aşikar olan symbol'un, yazarca malum reference ve referent'inin altını sağlıklı doldurmak ve doğru okuyabilmek için sırasıyla okunabilecek kaynaklardan tavsiyeleriniz neler olabilir?
    Teşekkürler.
    İsmail GÜRLER

    ReplyDelete